Tanrıların Yolu: La Via degli Dei

Geçtiğimiz yılın temmuz ayında sırt çantamı alıp ne zamandır aklımda olan bir yolculuğa çıktım. İtalya’nın Emilia-Romagna bölgesinden Toskana’ya kadar uzanan bir rotayı yürüyerek toplamda beş günde tamamladığım bu yolculuk hakkında bir şeyler yazmak, yolu İtalya’ya düşecek olan gezginler için alternatif bir gezi planının kapısını aralamak isterim.

Yazıda önce La Via degli Dei hakkında kısa bir bilgi verecek, sonra da tamamını Yavaş Seyahat – Aheste Bir Ruhun Gözlemleri isimli kitabımda bulacağınız yolculuk notlarımın ilk gününü paylaşacağım.

La Via Degli Dei Nedir?

Türkçesi Tanrıların Yolu olan La Via degli Dei, Bologna’dan Floransa’ya uzanan yaklaşık 130 kilometrelik bir doğa yürüyüşü rotasıdır. Apeninler ve dolaylarında seyreden rota boyunca hem Emilia-Romagna hem de Toskana bölgesindeki tarihi yapıları görme, milli parkları ziyaret etme, bölge halklarıyla kaynaşma ve karşınıza çıkan göllerde yüzme fırsatı bulabilirsiniz.

Etrüsklerin ve Romalıların ticaretlerini geliştirmek için kullandıkları, Orta Çağ boyunca tüccarların ve gezginlerin arşınladığı, İkinci Dünya Savaşı gibi trajik bir dönüm noktasına tanıklık eden ve bugün iş veya fırsat eksikliği nedeniyle terk edilecek olan küçük kasabaları canlandıran La Via degli Dei, yolculuğun ve hayattaki küçük şeylerin tadını çıkarmak için yürüyenlerin sık tercihi ettiği bir rotadır. Yunan mitolojisindeki tanrıların ismini alan Apenin zirvelerinden (Adone, Venere, Giove, Luario) geçtiği için Tanrıların Yolu olarak anılan rotada yürümek için en ideal dönem, marttan kasım ayına kadarki dönemdir ancak yola çıkmadan önce yağış durumunu kontrol etmekte fayda var, zira rotanın bazı etapları yağış sebebiyle yürünmesi oldukça zor hale gelebilir.

Birinci Gün

Epeyce yaş almış geniş omuzlu biri, beni uzun uzun süzdükten sonra dudaklarından dökülen pütürlü bir “Prego!” ile kapının eşiğinden birkaç adım geri atarak odanın diğer köşesindeki yatağında dinlenmeye çekildi. Yorgun görünmüyordu ancak yine de sessizdi. Ayaklarını duvara dikip kitabını okumaya başladı. Yüzünde sıkılgan bir ifade vardı. Odaya yerleşirken yaptığım gürültüden ötürü benden rahatsız olduğunu varsayarak, onu kitabıyla baş başa bırakıp merdivenlerden aşağı indim. Bahçede, rastgele dizilmiş büyük taşların üzerinde yükselen bir kazığın ayakta tuttuğu, çardaktan bozma bir yerde; boyası tamamen kazınmış bir masa ve sandalye buldum. Az önce yüzerken kullandığım, yarın ise yürürken kullanacağım ıslak şortumu ağaçların arasından belli belirsiz gelen güneşin de yardımıyla üzerimde kurumaya bıraktım. Havuzun etrafında dönen bol kahkahalı sohbete katılmadan önce kaldığım pansiyona ve La Via degli Dei’deki ilk günüme dair bir şeyler karalamayı deneyeceğim.

***

Burası tipik bir aile işletmesi. “E” harfini kulağı epey tırmalayacak kadar açık telaffuz eden Andrea, evin biricik oğlu. Mutfağın hemen yanında, herhangi bir kapı veya koridorla ayrılmamış salondaki haşmetli koltukta elinde gazetesi ve yüzünde şüpheci ifadesiyle salona girip çıkanları inceleyense evin babası. Ancak burayı ayakta tutan, daha doğrusu misafirlere geçici de olsa sıcak ve güvenli bir yuvada olduklarını hissettiren ne Andrea ne de babası. Misafirperverliği, sıcakkanlılığı ve bana yer yer kendi annemi hatırlatan telaşlı halleriyle bu pansiyona ruhunu katan Donatella, hem oğluna hem de buradaki misafirlere annelik yapıyor. Öyle ki yalın ayak yürüdüğümü görür görmez salondan aldığı terlikleri ayağıma kadar getirmekte hiçbir çekince hissetmedi. Onları önüme bırakış biçimi bana önce İtalya’daki ataerkilliğin seviyesini, sonra da detaylara olan dikkatini düşündürdü. Belki yetiştirdiği erkek çocuğunun sürekli ardını kollamaktan, belki hizmet sektöründeki geçirdiği yılların tecrübesinden; sebebi ne olursa olsun, etrafında olup bitenleri hızlıca algılayabilen Donatella’nın güler yüzünün buradaki şen şakrak havaya katkısının büyük olduğu aşikâr.

Buraya ulaşmak için asfalt, patika, taş, toprak derken mümkün olan hemen her yol tipinde adımlayarak toplamda yirmi bir kilometre yürüdüm. Ancak yol boyunca (pandemi sebebiyle olsa gerek) hiç yabancı görmedim. Hepsi İtalyandı. Yılın bu döneminde hiç şüphesiz bir hayli sıcak olan gün boyunca, “Salve!” dışında neredeyse hiçbir kelime çıkmayan ağzımdan içeri altı litreden fazla su girdi. Yedi yüz metreye yakın irtifa kazanıp bunun iki katı kalori kaybettiğim dört buçuk saatlik yürüyüşün, aslında yalnızca son bir saati oldukça sıcak, tırmanışlı ve haliyle yıpratıcıydı. Dolayısıyla, en zorun en sona saklandığı bu ilk etabın genelinde öyle çok da fazla yorulduğumu söyleyemem. Aslında gelecek günlerde beni nelerin beklediğini şimdiden bilsem, biraz daha yürümeyi dahi göze alabilirdim ancak başkalarının tecrübelerini harfi harfine takip ederek ilerlemek istemedim. Bu yüzden La Via Degli Dei hakkında yaptığım okumaları sınırlı tuttum. Kimi zaman faydalı olsa da başıma gelecekleri önceden bilmenin, yaratıcılığı olumsuz etkilediğini düşünüyorum. Çok daha uzun ve zor şartlardaki bir yolculukta olsam, düşüncelerim bundan farklı olabilirdi. Ancak sadece birkaç günlük bir yolculuk için yola dair her şeyi önceden bilmenin, adımlarımın yönünü ve hızını ister istemez etkileyeceğini düşündüm. Hem zaten yolda olmanın güzelliği biraz da yolu bilmemekte gizli değil midir?

***

Sabahın erken saatlerinde yolculuğun başlangıç noktası olan Piazza Maggiore’den ayrılarak, şehri küçük bir tepeden gören San Luca Manastırı’nın yolunu tuttum. Manastırın merdivenlerinde, birazdan içine dalacağım ormanları izlemeye koyulmuşken, bahçede kopan çığlıkları duyar duymaz aşağı indim. Ne görmeyi bekliyordun derseniz, inanın, aklımda hiçbir şey yoktu. Ancak güneş henüz doğmuşken manastır bahçesinde edilen bir evlilik teklifine denk gelmeyi hiç ama hiç beklemiyordum. Etraftaki herkes gibi ben de çiftin yanına gidip tebriklerimi sundum. Onları bir süre izledikten sonra iki yüz seksen rakımdaki Colle della Guardia’nın zirvesine kurulmuş bu güzel manastıra son bir bakış attım ve telefonumu uçak moduna alarak yola koyuldum.

Ne sosyal mesafe ne de kişisel alanın önemli olduğu doğada, daha ilk kilometreden itibaren rahatlamaya başladım. Kelebekler, cırcır böcekleri, kuş sesleri ve erik ağaçları; hepsiyle tek tek el sıkıştım. Önden gidenlerin geriden gelenlere bağışladığı eriklerin tadı, yeşili kırmızısı fark etmeksizin muazzamdı. Yanında durduğum her ağaçtan ihtiyacım olduğu kadarını, gelecek yazı görmesine ihtimal vermediğim şortumun ceplerine doldurdum ve yolun henüz başında bu güzel sürprizle karşılaşmanın vermiş olduğu moralle, ıslık çalarak ilerlemeye devam ettim. Size de böyle oluyor mu bilmiyorum ama ben üst üste güzel anlara tanık olduğumda, tüm bunların günlerin geri kalanı için iyi bir işaret olduğunu düşünürüm hep. Kendimi güzel bir akışın içinde bulduğumu hissettiğimden, bu havayı korumak adına payıma düşeni yapmaya çalışır, kızgın olduğum bir şey varsa bahaneler sıralamak yerine bir yolunu bulup kendimi affeder ve aklımdan geçen olumsuz ne varsa kovarım. Dış dünyanın bana deneyim ettirdikleri ne kadar güzelse ben de o kadar hoş olmaya özen gösterir; tüm bu dengeyi uzun süre korumaya çalışırım.

***

Aklımdan geri dönmek ya da bu yolculuğu sonraya ertelemek hiç geçmedi ama belli ki böyle düşüncelere kapılanlar vardı ve onlara bir sürpriz hazırlanmıştı. Henüz on kilometre bile olmamışken ormanın olmadık bir yerinde karşıma çıkan, üzerinde “EXIT” yazan pembe renkli kapı ve onun esasında hiçbir yere çıkmıyor oluşu beni güldürdü. Kapıyı açıp diğer yana geçtim ve birkaç adım sonra La Via degli Dei’nin kendi rotasına bağlanan patikadan geçerek yürümeye devam ettim.

Zaman zaman bölgedeki çeşme ve su kaynaklarının yönünü gösteren yol işaretlerine denk geliyordum. Yürüyüşümün üçüncü saatini yeni doldurmuşken yine onlardan bir tanesine rastladığımı sandım. Ancak bu defakinin üzerinde sadece basit bir illüstrasyonla oluşturulmuş mor bir üzüm salkımı vardı. Monte Alto’ya, yani doksan rakımdan dört yüz rakıma tırmanmayı bitirmek üzereyken karşıma çıkan bu yol işareti, az ilerde yoldan ayrılıp aşağı doğru ilerleyen oldukça dar bir patikayı gösteriyordu. Üzüm bağlarına ulaşma ve su bulma umuduyla yaklaşık on beş dakika yürüdüm ancak hiçbir yere varamadım. Tırmandığım onca yolu gerisin geri iniyor olmak beni rahatsız etmeye başlayınca daha fazla ilerlemeden sapağa geri döndüm. Biraz dinlenerek, biraz da düşüncelerin arasında oradan oraya koşturarak tamamen kendime ayırdığım birkaç dakikanın ardından, kafamı kaldırıp aynı yol işaretine tekrar baktım. Üzerinde silinmeye yüz tutmuş bir halde “Non c’è acqua!” yazdığını fark edince kendime biraz kızdım ama ziyanı yok. Dersimi almıştım. Bundan sonra yoldaki her ibareyi iki kere kontrol edecektim.

***

Sıklaşan çam ağaçları ve uzaklardan belli belirsiz kulağıma dolan konuşmalar, ilk günkü rotanın sonuna geldiğime işaret ediyor. Ancak bu son birkaç yüz metreyi yürümeden önce, alabildiğine gökyüzüne uzanan ağaçların arasında, bahsetmek istediğim bir konu var. Dolomitlerde bisiklet sürerken, bazı rotalarda hızın değil devamlılığın önemli olduğunu tecrübe etmiştim. Dağlar öylesine dikti ki bir yerden sonra kendimi hızlı gitmeye zorlamanın hiçbir anlamı kalmıyordu. Önemli olan tek şey yola devam edebilmekti. Böylece bir sonraki virajdan sonra beni bekleyen muhteşem manzarayı görebilecek, onun verdiği motivasyonla bir sonrakine kadar pedal çevirebilecektim. Belli ki etrafta hayran hayran izlemeye değer pek çok detayın olduğu böyle yürüyüşlerde de aynı denklem geçerli. Bulutların boş bir tuval üzerindeki gelişigüzel fırça darbeleri gibi gökyüzünü süslediği, Reno nehrinin kıyısından geçerken ufukta belli belirsiz gördüğüm tepelerine uzun uzun baktığım La Via degli Dei’nin ilk gün rotası, gelecek günler için merak uyandırıcıydı.

***

Akşam yemeği vakti yaklaşıyor. Etrafta öyle bir sessizlik var ki tanışıklığımın henüz çok yeni olduğu birkaç kişinin kahkahalarını duyuyor olmasam, pansiyonun terk edilmiş olduğunu düşüneceğim. Batıya bakan cephesinin tamamını kaplayan sarmaşıkların, uzaktan bakıldığında maske takmış bir gece hırsızının yüzüne benzettiği bu küçük pansiyonun halısız koridorlarında çok fazla obje var. Eski, tozlu, bakımı yapılmamış bu şeylerin arasında dirseklerimi onlardan sakınarak yürümek, her şehrinde zamanda yolculuğu yapmanın mümkün olduğu İtalya tecrübesine son derece yakıştırdığım bir durum. Fransızların en başta insana kaba ve tepeden bakar gelen tavırlarını ülkeden dönünce eşe dosta nasıl anlattığımız ve buna rağmen kruvasan sipariş ederken nasıl da onlar gibi telaffuz etmeye çalıştığımız düşünülünce, ülkelerin sunduğu tüm deneyimlerin esasında kimliklerinin basit birer parçası olduğunu bir kez daha fark ediyorum. Yani beğensek de beğenmesek de etkilerini yadsımıyor ve bir anlamda reklamlarını yapmaya devam ediyoruz.

***

Havuzda yorgunluk atarken tanıştığım doğma büyüme Emilia-Romagnalı Anna, Federica ve Michela, yemek masasındaki yerimizi aldıktan sonra benim merakım üzerine kısaca bu yolculuğu neden yaptığını anlattı. Üniversitenin ilk yıllarındayken mezuniyetleri resmiyet kazanır kazanmaz bu yolculuğa çıkacaklarına dair birbirlerine söz vermişler. Gözlemlediğim kadarıyla sözlerini, sadece beş-altı günlük bir yolculuk için bile olsa her detayı düşünecek kadar da ciddiye almışlar. Öyle ki yanlarında batondan çeşitli ilk yardım malzemelerine kadar hemen her ihtimal için ekipmanları vardı.

Günün farklı saatlerinde otele varan herkes birer birer sofraya gelince, uzun yemek masamıza hayat geldi. Donatella’nın pişirdiği leziz yemekleri tatmaya henüz başlamış; düşük tanenli mütevazı kadehlerimizle henüz “Salute!” demiştik ki, oda arkadaşım iri Matteo, omuzlarını geriye doğru şöyle bir silkti ve hepimize tek tek neden bu yolu yürüdüğümüzü sordu. Tam on üç yıl sonra, kendimi yine büyük bir sofranın tamamına yöneltilen tek bir sorunun muhatabı konumunda bulmuştum ama bu defa Siena’da olduğum gibi hazırlıksız değildim. O dönem bana okuldan mezun olduktan sonra ne yapmak istediğim sorulmuştu ve ne kendimi yeterince tanıdığım ne de hayattan tam olarak ne istediğimi bildiğim için doğru düzgün yanıt verememiştim. Ancak şimdi neyi neden yaptığımı daha iyi biliyordum.

“Yıllardır Bergamo’da yaşıyorum. Bisiklet sürerken İtalya’nın doğal güzelliklerine pek çok kez şahit oldum. Bu defa bir değişiklik yapıp doğanın bize sunduklarına biraz daha yakından ve elbette ki biraz daha yavaş bir tempoda bakmak istedim. Üstelik daha önce hiç böyle bir yolculuğa kalkışmadığım için kendi kapasitemin sınırlarını da keşfetmek istiyorum. İtalya’nın alışılagelmiş turistik destinasyonları haricinde görmeye değer pek çok köşesi, tanışmaya değer bir sürü insanı var. Venedik’ten, Roma’dan, Milano’dan bahsetmek tamam ama ülkenin görülmeye değer köşeleri bunlarla sınırlı değil. İşte tüm bunları hem bizzat gözlemlemek hem de başkalarına aktarmak için yürüyorum.”

İtalyanca konuşarak verdiğim cevap süresince, duraksadığım yerlerde tıpkı benim gibi karşılaştığı insanlardan, gördüklerinden ve farklı mutfaklardan konuşmayı seven Michela’dan kelime desteği alarak cümlelerimi bitirmeyi başardım. Yabancı olmamdan mütevellit, masanın bana olan ilgisi artmıştı ancak sohbetin merkezinde olmayı istemiyordum. Bu birkaç günlük süreçte kimlikten, kendi öykümden ve biri ya da bir şey olma halinden tamamen sıyrılmak istediğim için gelen birkaç soruyu kısa cevaplarla geçiştirip pası Matteo’nun hemen yanındaki Venetolu çifte attım. Kadehlerimiz yarılandığında herkes kendi yanıtını vermişti. Beni en çok etkileyen, eşinin yasını yolda tutmayı seçen Sofia’nın, gözlerini masadan uzak bir yerlere çevirip aklına bir şey gelmiş de ona tebessüm ediyormuş gibi yaptıktan sonra dudaklarından dökülenler olmuştu.

“Eşimle on dört yıl önce La Via degli Dei’de tanıştık. Ardından hem İtalya’da hem de başka ülkelerde birbirinden güzel parkurları birlikte tamamladık. Bir zamanlar birbirini hiç tanımayan iki kişi olarak birlikte geçtiğimiz bu yollardan şimdi yalnız başıma geçerken onun da benimle yürüdüğünü biliyorum. Bunu hissediyorum. Belki bir görev, belki yaşanan onca güzel anıya sunulan bir teşekkür… Onunla ve onun için yürüyorum.”

O an orada, kötü veya iyi herkesin ve her şeyin kaybolup gittikten sonra ardında dev bir boşluk bıraktığına hep birlikte bir kez daha şahit olduk.

***

“Hey, Bergamolu! Kaçıncı kadehi içiyorsun sen? Yarın erken kalkacağız.”

Sofrada geçen saatlerin ardından, çadırda kalanlar otelin arka bahçesindeki çadırına dönmüş, geri kalan herkes yavaş yavaş masadan ayrılmaya başlamıştı. Bense, kimseye zarar vermeden hayatına anlam katma derdinde olan Matteo ile hâlâ masadaydım. Bana seslenmese kalkmaya hiç niyetim yoktu. Bizi bu büyük masada ortak zevkler etrafında toplayan yediğimiz onca lezzetli şeyin ardından hafif hafif esmeye başlayan rüzgârın serinine kendimi bırakmış, bir kolum dik arkalıklı sandalyenin yanından aşağı sallanır vaziyette yıldızları izliyor, dağları düşlüyordum.

“Bekleyin beni Apeninler! Geliyorum!”

Karaftaki şarap arkamdan ağlamasın diye son kadehi de doldurup keyiften neredeyse parmak uçlarımda yürüye yürüye odama çıktım. Vücut hem yorgun hem de içimi kolay bir şarabın etkisinde olduğunda ne de güzel uykuya dalıyordu öyle…