“Dünya tırmanılacak volkanlar, düşünceye dalınacak kıyılar, inilecek nehirler, alınacak yollar, binilecek trenler ve uçaklarla taşar. Elli kere Vietnam’a, yüz kere Japonya’ya gitmek, sürekli aynı yerlere dönmek, ne tuhaf fikir ama! Gezegenin coğrafyası öncelikle çeşitliliği, farklılığı ve çokluğuyla değerlidir. Bir yeri yeniden görmek, başka bir yeri görmeyi engeller.”
— Yolculuğa Övgü, Michel Onfray
***
Bundan yedi yıl önce kendime İtalya’da yepyeni bir yaşam kurma düşüyle Türkiye’den ayrıldığımda, hiç hesapta yokken Karadağ’da iki ay geçirmek durumunda kalmıştım. Bisikletimle dört bir yanındaki dağ zirvelerine tırmanıp coğrafyasını seyretmelere doyamadığım bu küçük ülkede öyle güzel anılar biriktirmiştim ki geçen zaman içinde Karadağ’ı yeniden ziyaret etmeye çekinmiş, onca değerli hatıranın yerine yenilerini koymak istememiştim. Bu yüzden, doğum günü haftam için Roma’dan ayrılırken planlarımı tamamen Sicilya odaklı yapmıştım. Yazın popüler olan yerlerin kış aylarındaki yalnızlığı bana garip bir haz verdiğinden, ocak ayının sonlarına doğru güneyde olma fikri beni bir hayli mutlu etmişti. Ancak aniden değişen hava şartlarının bana bir sürprizi vardı.
***
Hani derler ya, “Hayat, siz planlar yaparken başınıza gelenlerdir” diye; bir dizi değişiklik ve yeniden planlama sürecinin sonunda kendimi Sicilya’da değil, Karadağ’da buldum. Başkent Podgorica’ya indiğimde duygularım karmakarışıktı, zira tıpkı o meşhur şarkıdaki gibi, olmaktan korktuğum yerdeydim. Pasaport kontrolünün ardından sürüklemeye başladığım sarı bavulumla otelin yolunu tuttuğumda biraz durulmaya başladım. Bana kendimle ilgili en çok övündüğüm özelliğim sorulacak olsa, cevabım hiç düşünmeden kriz, plansızlık veya ani değişiklik anlarında beliren yeni şartlara uyum sağlamadaki hızım olurdu. Öyle ya, otuzlu yaşlarının ilk yarısını farklı şehirlerde düzen kurmakla geçiren biri için üzerinde yeni etiketi duran herhangi bir koşula uyum sağlamak çocuk oyuncağıydı artık. Velhasıl kelam, zihnimdeki sis dağılır dağılmaz akşam yemeğini düşlemeye başladım. İyi bir ćevapi yemeyeli uzun zaman olmuştu.
Pod Volat’ın yolunu tutmadan önce, başkentin Osmanlı izleri taşıyan sokaklarına daldım. Maksadım belliydi. Önce seneler evvel bana ev olan hostele gidip anıları yad edecek, sonra da Osman Ağa’nın minaresinden hiçbir gizli gündem içermeden tüm mütevazılığıyla yükselen o güzel ezanı dinleyecektim. Ancak o da ne! Sabırsızlıkla lens kapağını çıkardığım fotoğraf makinemi çevirdiğim yönde bir hostel değil, kilit vurulmuş demir kapının parmaklıklarının arasından görebildiğim kadarıyla bir kreş vardı. Bahçesinde en azından bir kahve içerim diye düşlere dalmışken kapısından bile giremediğim yapının önünde bir süre öylece kaldım. İstanbul’un sevdiğim, bende hatırası olan noktalarında yükselen binaları görünce nasıl hissediyorsam yine öyle hissetmiştim. Benim neslimin (ya da sadece benim gibi romantiklerin) hayattaki sınavı da buydu işte. Biz bir yerlerde zayıf da olsa köklerimiz olsun isterken, birileri onları biz arkamızı döner dönmez söküp atıyordu.
***
Her şeyin yerli yerinde durduğu, lezzetinden hiçbir şey kaybetmeyen restorandaki yemekler keyfimi biraz olsun yerine getirse de, Podgorica’dan Kotor’a giden otobüse kalbim kırık bir şekilde bindim. Yolculuğun ilk kilometrelerinde, kulaklığımı takmış ruhumu iyileştiren şarkıları birbiri ardından dinlerken boş gözlerle etrafı incelemekten başka pek bir şey yapmadım. Fakat sonra işler değişti. Gözbebeklerimi yeniden büyüten, heyecanımı yineleyen detay, ufukta görünen dağlar oldu. Üstleri tamamen kar kaplı zirvelerin otobüsün sol yanındaki camın ardından bir bir geçip gidişini hayranlıkla izlerken, bu yollarda tanıştığım bisikletçiler ve onlarla olan sohbetlerim geldi aklıma. Dağların yaz aylarındaki manzarası da güzeldi elbette ama aklıma kazınanlar manzaranın ihtişamıyla sınırlı değildi. Benim için, doğanın güzelliğini seyre dalmışken sürüşlerim esnasında hiç tanımadığım insanlarla kurduğum yol arkadaşlıkları da önemliydi, çünkü kimilerimiz için mutluluk, Christopher McCandless’ın da yazdığı üzere, yalnızca paylaşıldığında gerçekti.
***
Uzun bir süredir, yavaş seyahat etme hususuna incelikli yaklaşıyor ve gezilerimi mümkün mertebe bu gündemle tertipliyorum. Dolayısıyla, Karadağ’daki gezimi tek bir yerde uzun süre kalarak belli başlı rutinler çerçevesinde düzenlemek istedim. Bu yarı seyahat – yarı gündelik yaşam deneyimi için kendime belirlediğim adres ise Kotor oldu. Surların içindeki ufacık kentte hemen her gün aynı insanların -ve kedilerin- simalarıyla karşılaşmak, bir iki denemeden sonra kendime mesken tuttuğum Cesarica’da farklı tabaklar ve şaraplar tatmak, iç tasarımını beğendiğim loş bir barda her akşam lezzetli bir amaro ile günü noktalamak ve ertesi gün erkenden kalkıp tenis kortunun yolunu tutmak bana çok iyi geldi.
Genel olarak, Roma’da ne yapıyorsam aynısını yaptım aslında. Uzun yürüyüşlere çıktım mesela. Kotor oldukça dar bir alanda olduğu için kaleye tırmanmak dışında yürüyüş bâbında yapılabilecek pek bir şey yoktu. Hâl böyle olunca, koydaki Prčanj, Dobrota ve Perast gibi diğer kasabalara yürüdüm. Kotor da dahil olmak üzere gittiğim her yerde farklı şaraplar denemeye özen gösterdim. Aralarında sevmediklerim de oldu elbette ama yeni bir tat almak, aldığım tadı beğenip beğenmememden daha önemliydi. Ülkenin en çok ekilen şaraplık üzümü Vranac’ın varlığından bu şekilde haberdar oldum. Meşe fıçılarda yıllandırılmaya müsait iyi örnekleri tıpkı Primitivo gibi damakta uzun süre kalabilen Vranac, yüksek alkolü ve bitişindeki nazik acılığıyla beni etkiledi. Özellikle de gulaş, pirzola ve biraz da koyun sütünden yapılma katı peynirlerle tükettiğim 2016 rekoltesi Plantaže Vranac Pro Corde’yi gerçekten çok beğendim. Roma’ya döndüğümde Bernabei’dekilerle üzerine sohbet edebileceğim bir üzüm çeşidi daha öğrendiğim için mutluyum.
***
Güneşin pırıl pırıl olduğu bir günde, Kotor koyunun dingin suları yerine Adriyatik’in dalgalarını alabildiğine kucaklayan Budva’da yarım gün geçirmek üzere yola çıktım. Yol boyunca, koridorun diğer yanındaki koltuklarda ellerinde pahalı kameraları olan İspanyol bir çift (sonradan Youtube kanalları olduğunu öğrendim) ile içerik üretimi ve bu içerikleri tüketenler üzerine epey sohbet ettik. Bu işi uzun süredir yapıyorlarmış ancak çok para kazanmak veya popüler olmak gibi bir gayeleri yokmuş. Çektikleri görüntüleri kendi ülkelerindeki bazı gezi kanallarına sattıkları da oluyormuş. Söylemlerindeki rahat ve stressiz tutumlarından yola çıkarak, her zamanki direktliğimle onlara, “Ben zaten kanalına sürekli yeni bir şeyler ekleyen kimselerin yaşamlarını gerçekten tadına vararak sürdürdüklerini düşünmüyorum” dedim. “Siz belli ki bu işi tadına vararak, keyif için yapıyorsunuz.” Söylediklerimi onaylar vaziyette başlarını salladılar. “Kesinlikle! Gezdiğimiz yerlerde kameralarımız da yanımda oluyor, hepsi bu. Yani kameralarımızı değil, kendimizi gezdiriyoruz. Bizi izleyenlere bir şeyler katmak güzel ama hayattaki önceliğimiz bu değil. Çekim ve montaj gerçekten vakit alıyor. Bunlara harcayacağımız zamanı doğa yürüyüşleri yaparak ve gittiğimiz yerlerde karşılaştığımız insanlarla uzun sohbetler ederek değerlendirmeyi tercih ediyoruz. Çektiklerimiz birer tüketim maddesi ama biz ve deneyimlerimiz öyle değiliz.”
Dünyanın başka bir yerinde yaşam süren kafa dengi birileriyle ettiğim her sohbette olduğu gibi bunda da zamanın nasıl geçtiğini anlamadım. Öyle ki yolculuğun başında paketinden çıkardığım çikolatanın tadı neredeyse hâlâ damağımdaydı ama biz Budva’ya varmıştık bile. Rıhtıma kadar birlikte yürüdük ve kahve içecek bir yer aradık. Yılın bu döneminde, Kotor’da olduğu gibi burada da işletmelerin önemli bir kısmı kapalıydı. Neyse ki deniz kenarına kadar indirdikleri masa ve sandalyeleriyle Coco, onlardan biri değildi. Güneşin altında, kulağımızda dalga sesleriyle basit bir kahvaltı ettik ve ardından kentin tarihi merkezine yöneldik. Ara sıra sokak fotoğrafçıları gibi fotoğraf çekiyor, gördüklerimiz hakkında konuşuyorduk. Bir ara, arkamızda kalan ucube yapılara takıldı gözüm. Yıllar önce bunların çoğunun olmadığından, Budva’nın çok daha bakir bir yer olduğundan söz ettim. Onlar Karadağ’a ilk defa geldiğinden, Budva’ya dair herhangi bir referans noktaları yoktu ancak birkaç ay önce gittikleri Nice ve Monaco’daki insanların da benzer şeylerden şikayet ettiğini söylediler. “Hiç şaşırmadım” dedim. Harikulade tepelerin eteklerini kendine mesken tutmuş bu şirin kenti bile mahvetmeyi başaran ırkımızın bitmek tükenmek bilmeyen hırsı, şöhreti her kıtaya yayılan yerlere neler yapmazdı ki…
Kentin sur içindeki dar sokaklarında yalnız kalmak istediğim için çifte veda ederek yanlarından ayrıldım. Hemen hemen hepsi kapalı konumda duran beyaz panjurların ardındaki soğuk duvarlar ve tozlanan mobilyalar, birkaç ay sonra yerini turist kalabalığına bırakacak ve tüm bu sokaklarda fotoğraf çekebilmek şöyle dursun, duraklamadan yürümek bile imkânsız hale gelecek. Fakat şimdilik bunların hiçbirini kafama takmam gerekmiyor. Beni iliklerime kadar ısıtmayı başaran güneşin keyfini sürmek üzere Mogren’e ulaşmam kâfi. Sonrası, buz gibi denizde birkaç kulaçtan ve uçtan uca adımladığım plajın bir yerinde kendimi tütün yaprakları gibi kurumaya bırakmamdan ibaret.
***
Karadağlılar, keyifleri yerindeyken bana Balkan topluluklarının en sıcak ve hatırşinas insanları gibi görünüyordu. Fakat canları bir şeye sıkkınken gerçekten hiç çekilmiyorlardı. Sorulara verdikleri kısa yanıtları, gereksiz diyaloğa girmekten kaçınan vücut dilleri, mimiksiz yüz ifadeleri ve yer yer kabalıklarıyla, sağ partilere oy atan muhafazakâr Almanlar gibi insanın canını sıkıyorlardı. İsabet, her sabah tenis oynadığım Gaga onlardan biri değildi. Bildiği birkaç kelime Türkçe ile kortta neşemi getiriyor, güne iyi başlamamı sağlıyordu. Üstelik, yaptığım hemen her iyi vuruştan sonra da “Bravo!” diyerek beni motive ediyordu. Son oyunumuzdan sonra ona kortların neden biraz daha bakımlı olmadığını sordum. Anlattığına göre, dört yıl önce kortun bulunduğu alanı da içine alan büyük bir araziyi Türkiye’den bir iş adamı satın almış ancak araya giren pandemi sebebiyle henüz kayda değer bir değişiklik gerçekleştirememiş. İş adamının kim olduğunu sordum ancak bilmiyordu. Laf lafı açınca, Gaga’ya Roma’daki antrenörüm Alessandro’dan bahsettim. Gabriel García Márquez ile Roma’da defalarca tenis oynayan Alessandro, “On dakika oynar, yirmi dakika sohbet ederdik. Bana sürekli insan hikâyeleri anlatırdı. Aslında onun bana değil, benim ona ödeme yapmam gerekiyordu” diye anlatmıştı. Bunu duyan Gaga gülümsedi, çünkü zamanında onun da bu şekilde tenis oynadığı kişiler olmuş. “Belki farketmişsindir” dedi, “Buradaki kafelerin televizyonlarında genellikle spor kanalları açık olur. İzleyenlerin çoğu da benim arkadaşımdır. Kimisi kortta, kimisi şehirde bir yerlerde, benimle her fırsatta hem hayat hakkında hem de tenis hakkında konuşurlar. Bizde spor ve hayat iç içedir.” Kotor’dan ayrılmadan önce Gaga’yı Roma’ya davet ettim. Belki bir gün gelir.
***
Gölgelerin dağların üzerinden bir battaniye gibi ağır ağır çekilişini izlediğim doğum günü sabahını da hesaba katarsam, her duygunun yaşandığı; tam da istediğim tatta bir geziyi geride bıraktım diyebilirim. Görünen o ki, daha önce geldiğim şehirlere bir daha gelmek, düşünceye dalınacak kıyılarda bir daha bulunmak, o kıyılarda düşündüklerim ve başkalarıyla paylaştıklarım bir önceki seferimden bir hayli farklı olduğu müddetçe hiçbir sakınca taşımıyor. Zira insan gittiği yere ne sıklıkla giderse gitsin, orada kendinin daha farklı bir versiyonu olarak bulunduğu sürece deneyimleyeceklerinin aynı olması mümkün gözükmüyor.