Kızıldan turuncu, sarı ve pembenin binbir tonuna uzanan sokaklarıyla Bologna, görkemli mimarisi kadar zengin mutfağıyla da cezbedici. Üstelik gezilecek yerler açısından İtalya’nın öne çıkan şehirlerinden pek bir eksiği de yok. Hatta bence turizm ve yerellik dengesinin en iyi kurulduğu; en eksiksiz İtalya deneyimini sunan şehirlerin başında geliyor. Sokaklarında günün her saati dilediğiniz gibi yürüyebileceğiniz bu çok katmanlı şehir, günümüzde İtalya’nın bilge, kızıl ve şişman bir abidesi gibi…
Emilia-Romagna bölgesinin başkenti ve ülkenin en önemli gastronomi merkezlerinden biri olan Bologna, sessiz, sakin köşeleriyle kendine has, vakur bir şehir. Aynı zamanda Avrupa’nın en iyi korunmuş Orta Çağ şehirlerinden biri konumundaki kızıl şehir, tarih boyunca pek çok ilke tanıklık etmiş. Dünyanın en eski üniversitesi burada kurulmuş ve şehre “la dotta” yani “bilge” unvanını kazandırmış. Ancak Bologna, bilge olduğu kadar “kızıl” (la rossa) ve “şişman” (la grassa) da çünkü kızıl renkli bu sokaklarda yürürken nefis kokular karnınızı acıktırabilir. Ve ona neden şişman yakıştırmasının yapıldığını kolayca anlayabilirsiniz.
Bologna’da yerleşim, MÖ 6. yüzyılda başlamış. Köklü tarihi boyunca farklı dönemlere tanıklık eden bu kadim şehir için en önemli eşikse 1088 yılında, bugün dünyanın en eski üniversitesi unvanına sahip olan Bologna Üniversitesi’nin (Università di Bologna) kuruluşu. 16 ve 17. yüzyıllarda tıp alanında altın çağını yaşayan, Avrupa’daki kurumların aksine özgür ve bilimsel düşünceyi savunan okul, pozitif bilimlerin filizlerinin atıldığı merkezlerden biri olmuş. Yalnızca bir eğitim kurumu olmayan, tarihe de tanık olan 900 yıllık üniversitenin ünlü mezunları arasında Kopernik’ten Galilei’ye, Dante’den Albrecht Dürer’e kadar düşünceleriyle yaşadığı çağı biçimlendiren birçok aydın var.
Bologna’da Kızıl Mimari
Bologna’ya adımınızı attığınızda dikkatinizi çekecek olan kızıl tuğlalı yapılar, şehrin olağanüstü görünümünü oluşturuyor. Ünlü meydan Maggiore ve çevresindeki yapılar da bunun bir örneği. Ancak şehre “la rossa” yani “kızıl” denmesinin tek sebebi bu değil. Bologna, Orta Çağ’da bile kilisenin baskısına karşı gelmiş ve yüzyıllar sonra da muhalif kimliğini koruyabilmiş. Bu süreçte en dikkat çeken dönem ise şehrin İtalya’daki faşizm karşıtı bloğun merkezi haline geldiği İkinci Dünya Savaşı yılları.
Şehri beraber gezdiğim arkadaşım Doruk, burada hukuk okuyor ve deyim yerindeyse Bologna’ya asla toz kondurmuyor. Öyle ki Floransa sokaklarının daha romantik olduğunu söylediğim bir anda ben daha cümlemi bitirmeden Via Pella’daki küçük pencereden bana Bologna’nın bambaşka bir yüzünü, kanalın etrafında yükselen rengârenk evleri gösteriyor. La Piccola Venezia’dan yüzyıllar öncesine doğru bir yolculuğa çıkıyoruz ve bana şehrin bir zamanlar tıpkı Venedik gibi kanallar etrafında yükseldiğini ancak kanalların şehirleşmeye kurban edildiğini anlatıyor. Ardından Bologna’nın en ünlü kahvecilerinden biri olan Caffè Terzi için adımlarımızı yeniden şehir merkezine doğru atmaya başlıyoruz.
Bologna’da hemen her sokağa girip çıkmak gerek ama aheste aheste salınması çok keyifli olan Strada Maggiore, Via Zamboni ve Via Broccaindosso kesinlikle listenizin üst sıralarında olmalı. Bu cadde ve sokakları kesen bir sürü başka sokağa da göz atmayı unutmayın. Hem belli mi olur; belki karşınıza Mehmet Güreli çıkar…
Orta Çağ Esintileri
Mimari ve sanat alanında da doyurucu olan şehirde görmeden geçmemeniz gereken pek çok eser var. En meşhuru Le Due Torri olarak bilinen, Asinelli ve Garisenda isimli eğik kuleler. Garisenda, 98 metre yüksekliğe sahip ancak eğimi nedeniyle tehlikeli bulunduğundan ziyarete kapalı. 998 basamaklı, 97 metre yüksekliğindeki Asinelli ise halkı açık. İtalyan dostlarının Doruk’a anlattığına göre üniversiteden mezun olmadan önce kuleye çıkmak öğrencilere uğursuzluk getiriyormuş ancak o bunu pek umursamamışa benziyor. Rezervasyon yaptırdığımız saat geldiğinde kuleye çıkıyor ve Bologna’yı kuşbakışı izliyoruz.
Etrafı kapılarla çevrili, tipik bir Orta Çağ şehri olan Bologna’nın kalbinin attığı yer ise ünlü meydan Maggiore. Dört bir yanı revaklar, çeşmeler ve farklı tipte yapılarla çevrili meydanda görülmeye değer pek çok eser var. Örneğin, 1390 yılında yapımına başlanan, Gotik tarzdaki San Petronio Bazilikası oldukça göz alıcı. Çeşitli siyasi sebepler ve Vatikan tarafından ihtişamının Roma’daki Aziz Petrus Bazilikası’nı aşacağı endişesi, finansal desteğin kesilmesine ve yapının bugün yarım kalmış bir görünüme sahip olmasına neden olmuş. Ancak yine de San Petronio, 132 metre yüksekliği ve 66 metre genişliğiyle hâlâ dünyanın en büyük bazilikaları arasında.
Neptün Çeşmesi ile uzun yıllar Bologna’nın şehir meclisi olarak kullanılan ve şimdilerde müzeye dönüştürülen Palazzo Comunale (Palazzo d’Accursio), şehirde mutlaka görmeniz gereken yapılar arasında. Meydandan biraz uzaklaştığınızda ise karşınıza şehrin en eski bazilikası Santo Stefano çıkacak. 5. yüzyılda Aziz Petronius tarafından inşa ettirilen yapı, kendi içinde yedi farklı kilisenin birleşiminden oluşuyor. Ancak günümüze yalnızca dördü, Crocefisso, Trinità, Santo Sepolcro ve Santi Vitale e Agricola ulaşabilmiş.
Bologna’da Ne Yenir?
Geriye kaldı, “la dotta”, yani “şişman” yakıştırması… Bologna, İtalya’daki tren yollarının kesişiminde yer aldığı için hem endüstriyel hem de kültürel anlamda bir buluşma noktası haline gelmiş ve bu da beraberinde karşılıklı bir etkileşimi getirmiş. Şehri zenginleştiren bu durum, gelişen sanayinin yanı sıra özellikle mutfakta kendini belli ediyor. İtalya’daki yemek kültürünün merkezlerinden biri konumundaki şehrin her yanında, İtalyan mutfağından lezzetler sunan irili ufaklı restoranlara denk gelmek mümkün. Tortellini ve tagliatelle al ragù ile mortadella ismindeki bölgenin özel salamları ve de ıspanaklı lazanyayı mutlaka tatmalısınız. Ispanaklı dediğime bakmayın çünkü ıspanaklı da olsa lazanyanın içinde mutlaka et bulunuyor.
Tagliatelle al ragù için ayrı bir paragraf açmak istiyorum. Zira bolonez soslu spagetti ile karıştırılan bu makarna türü, şehrin simgelerinden biri sayılıyor. Ancak aradaki farkı bilmekte yarar var. Tagliatelle, yumurtalı, taze makarna (pasta fresca) olarak da bilinen bir makarna türü ve onunla beraber kullanılacak sosun tipine göre şeritlerinin uzunluğu ve kalınlığı değişiklik gösteriyor. Örneğin, içinde et parçacıkları olan ragù bolognese ile hazırlanan bir tagliatelle için biraz daha kalın ve kısa şeritler tercih ediliyor çünkü makarnayı çatala doladığınızda sos kadar etin de yemeğe lezzetini vermesi gerekiyor. Böylece makarnanın lezzeti eşsiz bir hâl alıyor.
Bana soracak olursanız Bologna’dan alacağınız hediyelik eşyaların arasına Paolo Atti’nin (Via Caprarie, 7) farklı tipteki tagliatelle’lerini de ekleyin. Sonra da onları, tıpkı İtalyan siyasi birliğinin mimarı olan Giuseppe Garibaldi misali, 19. yüzyılın sonunda ilk İtalyan yemek kitabını kaleme alarak ülkesinde çığır açan yazar Pellegrino Artusi’nin verdiği bir tarife göre hazırlayın ve afiyetle yiyin. Şehirde bu lezzeti tadacak bir yer ararsanız, hem turistler hem de İtalyanlar tarafından tercih edilen Osteria dell’Orsa denenebilir. Tabi oraya kadar gitmişken Camera A Sud atlanmaz. Hem günün ikinci ya da üçüncü kahvesi hem de uzun yürüyüşlerin ardından soluklanmak için güzel bir adres.
Bu arada Paolo Atti’ye giderseniz elbette ki kentin bir dönem Maggiore meydanında bulunan ama sonraları biraz daha iç kısımlara alınan balıkçılar çarşısına da mutlaka uğrayın. Hatta bir de aperitivo saatine denk gelirseniz, ne mutlu size! Aperitivo demişken, hemen her büyük İtalyan kentinde bir şubesi bulunan La Prosciutteria (Via Oberdan, 19A) özellikle şarküteri ürünleri sevenler için hiç fena bir alternatif değil.
Bologna mutfağına dair yazılarda la cotoletta alla bolognese de sık sık karşınıza çıkacak olan lezzetlerden biri olacaktır. Üzerinde prosciutto ve parmigiano reggiano ile servis edilen; bir çeşit şinitzel olarak özetleyebileceğim bu cotelatta için tavsiyem Ristorante Da Nello Al Montegrappa ve Ristorante Biagi olur.
Alternatif Duraklar
Yazının başında da değindiğim üzere Bologna, günün her saati gezilebilecek şehirler arasında. Bunu elbette ki şehrin güvenli oluşu, sokaklarının güzelliği ve üniversiteli nüfusun yoğunluğu ile açıklayabiliriz ancak size ufak bir sır daha vereceğim. Bologna’nın neredeyse tamamına servis yapan, üç kuşaklık bir aile işletmesi olan Secret Bakery (Via Borgonuovo) isimli fırına mutlaka uğrayın. Ancak öyle sabah saatlerinde değil; gece saat 01:00’dan sonra… Genellikle gece saat 01:00’de (bazen saat 02:00’de) ufacık penceresinden servis yapan bu fırından hayatınızda yediğiniz en iyi kruvasanlardan birini alacağınızı garanti edebilirim. Fıstıklı, fındıklı, çikolatalı… Siz nasıl isterseniz öyle yapılıyor ve sıcak sıcak elinize tutuşturuluyor.
Aranızda motosiklet tutkunu varsa, Bologna gezi programınıza almanız gereken Ducati Müzesi ile ilgile mutlaka ufak bir araştırma yapın. Kültürel bölümü gezerken Ducati’nin 1946’dan bu yana ürettiği ikonik modelleri yakından inceleyebilir, kazandıkları kupalar da dahil olmak üzere markanın çeşitli başarıları hakkında detaylı bilgi sahibi olabilirsiniz.
Bologna şehrine tepeden bakmak ve şehre o kendine özgü havasını veren revakların altından değil de biraz uzağından bakmayı planlıyorsanız, Santuario di San Luca -uzun ismiyle Santuario della Madonna di San Luca- mutlaka uğramanız gereken bir nokta. Şehirden yürüyebilir ya da otobüsle gidebilirsiniz. Bu noktanın bir başka özelliği de, Bologna ile Floransa arasında La Via degli Dei (Tanrıların Yolu) olarak anılan uzun bir trekking rotasının başlangıcı olması. Buraya alternatif olarak, seyir terası da sayılabilecek bir balkonu olan Chiesa di San Michele in Bosco, yine aynı şekilde size Bologna’yı tepeden izleme imkanı sunuyor.
Kentin genç nüfusuyla vakit geçirmek ve akşamları onların takıldığı yerlerde bir şeyler içmek isterseniz, Via Giuseppe Petroni ve Via del Pratello üzerindeki irili ufaklı mekanlar sizi tatmin edecektir. Aperitivo saatinden itibaren dolmaya başladıklarını söyleyebilirim.
***
Bu yazı ilk olarak Pegasus Magazine Ekim 2019 sayısında yer almıştır.