İtalya’ya günün son seferini yapan Venedik uçağı tekerleklerini pistten alır almaz gözlüğümü taktım ve sayfalarının arasında sıkıştırdığım kurşun kalemimle birlikte Paul Fattaruso’nun Bisiklet’ini okumaya başladım. Kitabı kısa İstanbul seyahatim sırasında görüşme fırsatı bulduğum; her gününü bulunduğu yere imzasını atarak geçiren, yaptığı işten aldığı keyifle kendi kendini motive etmeyi başarabilen ve konu bisiklet olduğunda ortak zevklerden söz edebildiğim ender insanlardan biri olan sevgili dostum Halil’den almıştım. İçinden bisiklet geçen her öyküde olduğu gibi bu kitapta da bisiklet kelimesinin geçtiği her cümlede bolca tutkuya rastlamak mümkün.
***
Çocukluğumdan bu yana sabahları erkenden uyanıyorum. Her ihtimale karşı kurduğum alarmdan önce gözlerimi açıyor ve hangi melodi olursa olsun sabahın o saatinde oldukça rahatsız edici gelen o tiz sesleri duymadan alarmı kapatıyorum. Belki küçüklüğümde harika bir uyku terbiyesi almışımdır. Ya da vücut saatim kusursuz işliyordur.
Başucumda, üzerinde kapağın yarısını kaplayacak büyüklükte bir yol bisikleti çizimi yer alan gri bir kitap duruyor. Donny Perry’nin yıllarını verdiği bisiklet sektörü için kaleme aldığı Leading Out Retail, bir bisiklet mağazasının nasıl olması gerektiğinden, bisikletin sunumuna ve satışına kadar tüm detayları oldukça sıra dışı bir tarzda tek tek aktarıyor. Seneler önce bisikleti hobimden işime çevirdiğim sırada karşıma çıkan ilk isim olan ve pazarlama konusunda kendini son derece iyi donatan Özgür’ün tavsiyesiyle edindiğim kitabı önceki akşamdan arka kapağında kalan yusyuvarlak ve kahverengi lekesiyle beraber yanıma alıp evden ayrılıyorum.
Sokağın sonuna varınca ulaştığım küçük meydandaki bisiklet park yerleri boş. Evden çıkarken saate bakmadım ama sanırım bu sabah işe biraz geç kalacağım. Yavaş yavaş pedal çevirerek biraz daha ilerliyorum. Meydanın bu bölümünden hızlı geçmeyi sevmiyorum çünkü güneşin eski evlerin ve civardaki dar sokakların arasından kendine fırsat bulup bize ulaşabildiği o kısıtlı vakitteyim ve sabahın bu saatinde sırtımı ısıtan güneş kadar beni mutlu edebilecek başka hiçbir şey yok.
Köşedeki fırın kapısının önüne bisikleti çoktan çıkarmış. Evet, evet… Kesinlikle geç kalacağım. Bisikletimi vitrine yaslayıp fırına giriyorum.
– Buongiorno!
– Ciao! Buongiorno!
Hem çalışanlarla hem de o esnada fırında olan diğer müşterilerle selamlaşıyorum. Küçük yerde yaşamanın avantajlarından biri, gördüğünüz herkesle her an sanki onları uzun süredir tanıyormuşsunuz gibi selamlaşabilmek. Siparişimi verirken bisikletiyle yaşadığı basit bir problem için benden çözüm önerisi alan Francesca, çalıştığı fırının bisikleti sadece dekor olarak görmediğinin basit bir kanıtı olarak tüm samimiyetiyle karşımda duruyor. Masmavi gözlerini ben daha içeri girmeden vitrinin diğer yanından bisikletime çevirdiğini itiraf etmesinin ardından, peşi sıra söylediği iltifat dolu cümlelerden yüzü kızaran bisikletimi, yasladığım yerden alıp yoluma devam ediyorum.
Şehrin duvarlarla çevrili tarihi kısmından ayrıldıktan hemen sonra kırmızı ışığa yakalanıyorum. Yaptığım tüm cambazlıklara rağmen dengemi uzun süre koruyamıyor; tek ayağımı pedaldan çekip yere koyuyorum. Dirseklerimi gidona yaslayıp önümden geçen arabaların bitmesini beklerken yanıma yağsız zincirlerinden kulak tırmalayan sesler gelen iki bisiklet daha yanaşıyor. Işıkların diğer yanındaysa bembeyaz sepetli bisikletiyle orta yaşlı zarif bir kadın duruyor. Günün bu saatinde bisiklet trafiği en az arabalarınki kadar yoğun.
Birbirimize yol vererek ışıklardan karşıya geçiyoruz ve farklı kavşaklardan aramıza katılanlara gülümsüyor, ayrılanlara ise iyi günler diliyoruz. Hemen her sabah karşılaştığım Lorenzo, bu sabah neden oğlunun bisikletini ödünç aldığını anlatırken ilk kilometreyi tamamlıyoruz. Kısa bir süre sora caddeden ayrılarak çalıştığı mağazaya yöneliyor. Benim yolum nispeten uzun olduğundan yolun büyük kısmını yalnız geçiriyorum. Yanımdan geçen arabalar genelde benimle olan mesafesini koruyor ve beni tehlikeye atmayacak şekilde uzaklaşıp yoluna devam ediyor.
Ofis merdivenlerinden daha yeni boyanan duvarlara dikkat ederek çıktıktan sonra bisikletimi masamın hemen yanındaki duvara yaslıyor ve ceketimi çıkarıyorum. Masamda henüz jelatiniyle duran bisiklet dergilerini biraz karıştırdıktan sonra birkaç saat gibi görünen ama aslında her gün yapılınca sonsuzluğa bürünen işlerime gömülüyorum.
Test için yolladığımız bisikletlerden bazılarının inceleme yazısı ve fotoğrafları gelen kutusuna düşer düşmez günün ikinci kahvesiyle onları incelemeye başlıyorum. Ardından internet sitesinin yenilenmesi için yaptığımız toplantının saati geliyor ve bu işten sorumlu firmanın toplantıya bisikletiyle gelen çalışanı Paolo ile birlikte bisiklet kullanıcılarının sitede en çok neyi görmek istediğine dair fikir yürütmeye başlıyoruz.
Yemek vakti geldiğinde, ofisten uzaklaşıp yeniden hayata karışmak için bisikletime atlayıp bazen yakındaki restorana bazen de kendi pişirdiğim yemeği yemek için evime gidip geliyorum. Bu sayede günün ikinci yarısı biraz daha çekilir hale geliyor. Çok sevdiğim bisikletlerle ya da iyi anlaştığım kişilerle de olsam, zorunluluk halinde yapılan her şey ‘iş’ olarak hayatımda durduğunda bunalıyorum. Saat 16:00 olduğunda ise bir dakika bile geciktirmeden eşyalarımı topluyor ve ofisten tüm hızımla uzaklaşıyorum.
Şehre vardıktan sonra eve uğramadan önce günün bu saatinde hemen herkesin yaptığı gibi ben de barın güneş gören masalarından birine oturup, İkinci Dünya Savaşı sırasında şaraptan sıkılan askerlerin yaratıcılığıyla ortaya çıkan Spritz’den sipariş ediyorum. Sudan birazcık daha pahalı olan bu içkiyi içerken birbirine gününü özetleyen, dedikodu yapan ya da kalan son işlerini halleden kimselerin aksine ben, yanımdan ya da karşımdan geçen bisikletleri seyrediyorum. Onun selesi alçak, bunun bisikleti büyük, şunun gidonu yanlış ayarlanmış… Ben mesleki deformasyonun doruklarında dolaşırken, Anna patates cipslerimi tazeliyor ve heyecanla yeni alacağı bisikletin nasıl gözüktüğünü anlatmaya başlıyor. Gidon bandının renginden emin olmasa da oldukça mutlu gözüküyor ve bisikleti teslim alacağı güne göre ayarladığı izin gününü iple çekiyor.
Hesabı ödemeye hazırlanırken çaprazımdaki masaya pırıl pırıl bir çelik bisiklet yanaşıyor. Oldukça itinalı bir biçimde barın duvarına yaslanan bisikletin sahibi de en az bisikleti kadar şık ve özenli görünüyor. O incecik çelik boruların itinayla oluşturulmuş kaynak noktalarındaki muazzam işçilik ve renklerindeki zarafet beni büyülerken, aklıma Aytaç’ın kendi ölçülerine özel yaptırdığı bisiklet ve İtalya’daki bisiklet kültürüne dair söylediği sözler geliyor. Gerçekten de her köşe başından birbirinden güzel bisikletler çıkıyor.
Binanın girişinde durmuş anahtarları arıyorum ancak çantamdaki kalabalığı fırsat bilen hemen karşı apartmanın giriş katındaki şarap evinin sahibi Matteo, bana gençliğinde kullandığı yedi ruble dişlisi bulunan bisikletini anlatmaya başlıyor. Kısa bir sohbetin ardından güzel bir şarap tavsiyesi alıyor ve kapıyı açıp avluya giriyorum. Bisikletimi avludaki diğer bisikletlerin yanına kilitlemeden doğrudan evimin kapısından içeri girdikten sonra nemli bir bezle üzerindeki tozu alıyorum ve tertemiz olduğundan emin olduktan sonra onu aldığım yere; yatak odama geri götürüyorum.
***
Yaşadığım yer, dünyanın en ünlü bisiklet kenti değil. Öyle çok uzun bisiklet yolları ya da bisiklet odaklı tasarlanmış cadde veya sokakları da yok. Hatta güzel bisiklet mağazalarının sayısı bir elin parmaklarını bile geçemez. Ancak ben yine de kendimi burada yabancı gibi hissetmiyorum çünkü bisiklet ortak paydasında buluşabiliyoruz. Bisikletin ne olduğundan, nasıl ihtiyaçları olduğundan, nasıl ve kimler tarafından nerede kullanıldığından, kullanırken ne giyildiğinden ve kullanırken nelere dikkat edilmesi gerektiğinden haberleri var. Yanından çok yakın ve hızla geçilirse dengesinin bozulabileceğini biliyorlar. Ya da dar bir yolda sıkıştırmak yerine yol genişleyene kadar arkasında kalmak gerektiğini… Antrenmandan dönen taytlı birini gördüklerinde garip karşılamıyorlar çünkü onların da arkadaşlarından ya da ailesinden birileri aynı halde oradan daha önce geçmiş oluyor.
Aralarında bisiklet sürmeyi bilmeyenler de var ama bu onlar için bir bahane olmaktan çoktan çıkmış. Ülkelerini baştanbaşa dolaşan üç haftalık bir yarışa ev sahipliği yapan İtalyanlar, her ne kadar futbolla bisikletten daha çok ilgilenseler de bisikletin hem sportif hem de kültürel değerlerinin bir hayli farkındalar. Bunu girdiğiniz bir barda duvarda çerçeveli duran bisiklet formasından anlayabilirsiniz. Ya da bir pizza restoranının girişinde bulunan bisiklet park yerlerinden. Bu durum elbette belli bir sürecin sonucu olarak karşımızda duruyor. Elverişli doğa şartları, spora ve sporcuya değer veren bir toplum, gençlere sadece üniversite mezunu olmayı değil sanatçılığı da aşılayan bir eğitim sistemi, çocukları spora teşvik eden yöneticiler ve her yanda görmenin mümkün olduğu bisikletler.
Her ne kadar bireysel bir spor dalı olarak gözükse de bisiklet, son derece birleştirici özelliği bulunan ve kişilerin kültürel geçmişlerini hiçe sayarak onları tek bir merkezde toplayabilen bir mıknatıs gibi adeta. Birbiriyle aynı dili bile konuşmayan iki insanın, konu bir şekilde bisiklete geldiğine birbirlerine neler anlatabildiğine şahit olduktan sonra buna olan inancım ikiye katlandı. Söz konusu bisiklet olduğunda ne isimlerin bir anlamı kalıyor ne de nerede doğmuş olduğunuzun.
Bisiklet, herkese cesurca göstermeniz gereken bir araç ve hatta bir arkadaştır. Balkonda ya da kömürlükte güneşi bir sonraki görüşüne dek kaderiyle baş başa bırakılacak bir karne hediyesi değil, hayatın tam ortasında ve herkesin gözü önünde övünerek kullanılacak bir ulaşım aracıdır. Gittiğiniz yere götürün, telefonunuzda fotoğrafları olsun, başkalarınınkine bakın ve hatta imrenin. İnsana dair ne varsa en çok onunla yaşayın çünkü bisiklet ruhunuza dokunabilen yegâne metalaran biridir.