Fransız şair ve tiyatro yazarı Henri de Bornier’in La Fille de Roland (1875) isimli oyununda, “Her insanın iki ülkesi vardır; biri kendi ülkesi, diğeri Fransa” repliği geçer. Oyundaki huysuz karakter Charlemagne’nin ağzından çıkan bu sözler, Birinci Dünya Savaşı sonrası soluğu Paris’te alan Kayıp Kuşak için söylenmiş gibidir adeta. Zira uygun döviz kurlarını ve gelişen sanat ortamını fırsat bilen pek çok Amerikalı yazar, müzisyen ve ressam, 1920’lerden itibaren Paris’e taşınmıştır. Tüm bu isimlerini sonradan büyük harflerle göreceğimiz kimseler arasında, çantasında Sherwood Anderson’ın yazdığı referans mektuplarıyla kente ayak basan Ernest Hemingway de vardır.
Yazarlıktaki yeteneğinin yanı sıra iletişim becerileriyle de Paris’te kendine yer açmayı başaran Hemingway, çok geçmeden Gertrude Stein ile tanışır. Savaş döneminde İtalya’da bulunan Hemingway, yaralanmaları, bir saldırının ardından olay mahalinden toplamak zorunda kaldığı ceset parçaları, cephedeki bir askeri son anda hayata döndürmesi gibi bir dizi olay sebebiyle ölümle yaşam arasındaki ince çizginin bir hayli farkındadır. Ancak bu durum onda farkındalıktan da öte, ölüme yakın olma müptelalığı yaratır. Ondaki bu arayışın farkına varan Stein, Hemingway’e İspanya’daki boğa güreşlerini görmesi ve gördüklerini bir gazeteci değil de kurgu yazarı gibi aktarması yönünde tavsiyede bulunur. Böylece Ernest Hemingway 1923 yazında kendini İspanya’nın kuzeyindeki Navarre eyaletinin başkenti olan Pamplona’da (Baskçası Iruña) bulur. Sonrası malum; dünyanın geri kalanı, bu küçük şehirde düzenlenen San Fermín Festivali hakkındaki her şeyi, Hemingway’in yazılarından öğrenir.
***
Gezilerimi planlarken, gittiğim yerlerin beni ertesi güne şevkle uyandıran, yaşamıma küçük de olsa anlam katan şeylere dair izler taşımasına dikkat ederim. Elbette ki bir yere sadece denizi güzel diye gitmenin kimseye bir zararı yoktur, ancak benim için o denize çıkan sokaklarda önceleri kimlerin yürüdüğü de en az denizin kendisi kadar mühimdir. Bir film veya kitapta ismi geçen kentlerin haritada nerede olduklarına bakarken mutlu olur; orada tarihi bir bisiklet dükkânı varsa ziyaret eder, içinde işlemeli yüksek tavanlarını seyrederek içilecek bir kahvesi olan yerlere mutlaka vakit ayırır, seneler evvel oradan geçmiş ve yaşam öyküsüyle beni etkilemiş kimselerin adımlarını takip ederim. Tıpkı Donostia-San Sebastian ve Pamplona’da yaptığım gibi.
F. Scott Fitzgerald’ın Muhteşem Gatsby’sinin kahramanı Jay Gatsby, arkadaşı Nick’e, “Geçmişi tekrarlayamaz mısın? Elbette tekrarlarsın!” dediğinde bambaşka bir konudan söz ediyordu ve onun hikâyesi hakikaten de gerçek olamayacak kadar zorlamaydı. Benim işim daha kolay oldu. Hemingway’in bundan tam yüz yıl öncesinin temmuzunda buraya gelip gördüğü, dokunduğu her şeye yeniden dokunmak, geçmişi şimdiye çağırmak için tek yapmam gereken, Pireneler tatilimin ardından otobüse atlayıp İspanya’ya gitmekti. Gerisini yanımda taşıdığım Güneş de Doğar’ın satırları halletti.
Donostia-San Sebastian
Tarbes – San Sebastian arasında sefer yapan Bla Bla Car otobüsünden indiğimde saat ikiye geliyordu. Hava yirmi üç derece, caddeler temiz, insanlar bronzdu. Aç değildim ancak saat sabah ondan itibaren içmeye başlayan İspanyolların ülkesinde günün ilk içkisini içmek için bir hayli gecikmiştim. Önüme çıkan ilk bardan plastik bardakta bir Sangria (meyveli bir şarap kokteyli) sipariş ettim. Yanaklarımı içeriye doğru iyice büzüştürerek pipetten uzunca bir yudum aldım ve ardından sokağa döndüm. Otobüsteyken gözümden düşen gözlüğümün bir sapı çerçeveden tamamen ayrılmıştı. Onu yerine taktırmak için bir gözlükçüye girdim. Bardağı girişteki küçük masaya bıraktım, bana doğru gelen görevli kadına yönelerek İngilizce bilip bilmediğini sordum. Sol elini hafifçe yukarı aşağı döndürerek, “Just a little bit” dedi. “Sorun değil” dedim gözlüğün halini göstererek. “Bunu tamir etmek için İngilizceye ihtiyacın yok sanırım.” Gülümseyip gözlüğü elimden aldı, aralarındaki hiyerarşide ondan üstte olan ekip arkadaşına gösterdi ve ardından mağazanın olduğum yerden gözükmeyen bir tarafına gitti. Aradan on dakika kadar geçtikten sonra benim gözlük denememi uzaktan izleyen oğlan, kızın yanına gitti. Vücut dilinden anladığım kadarıyla ona bir şeyleri yanlış yaptığını izah ediyordu. Biraz daha bekledim. Sangria bardağımın içindeki buzlar eriyor, dışındaki baloncuklar süzülerek masayı ıslatıyordu. Bir süre sonra geldiler, gözlük hazırdı. Teşekkür ederek kasanın olduğu bölüme yöneldim ancak onlar benimle gelmediler. Kız içten bir tebessümle, “Ödeme yapmana gerek yok” dedi. Oğlan denediğim ve sonra aynı şekilde yerine koyduğum gözlüklerin vitrinde yeteri kadar muntazam durup durmadığını kontrol etmek için arkasını dönerek uzaklaştı. Her şeyi kontrol altında tutmayı alışkanlık haline getirmiş biri olsa gerek dedim içimden. Bardağımı alıp çıktım ve yeniden yürümeye başladım. Büfelerde ne satıldığına baktım. Işıklardan karşıya geçtim. Bir dede torununa gördüğü ağaç türlerini anlatıyordu. İçerideki herkesi görebildiğim güzellik salonlarından birinde manikür ve pedikür yaptıran kadınlar, konforlu koltuklarına oturmuş sokaktan geçenleri izliyorlardı. Şehrin bu sonradan yapılan bölümündeki büyük caddelerin kesişim noktalarından iki uçtaki tepeler net bir şekilde görülebiliyordu. Sokaklarından tepeleri görünen kentleri severim, hele o sokaklar denize açılıyorsa daha da çok severim.
Kentin tarihi kısmı olarak anılan Parte Vieja’ya birkaç dakika uzaklıktaki otelime vardıktan sonra biraz dinlenmek istedim, zira üst üste çok fazla şey oluyordu. Dün Fransa’daydım. Yarın ise sevdiğim yazarın doğum gününü onun hayaletiyle kutlayacaktım. Duş aldım, saçımı kuruttum, aynada kendime baktım, plaj havlumu bez çantama koydum, deniz şortumu giydim ve kitabımla fotoğraf makinemi yanıma alarak La Concha’ya doğru yürümek üzere otelden ayrıldım. La Concha, San Sebastian’ın simgesi haline gelmiş bir plaj olduğundan hem etrafındaki seyir terası hem de plajın kendisi biraz kalabalıktı. Plaja inen merdivenlerden birinin yakınında durup insanları seyrettim. Fotoğraf çekenler, yüzenler, plaj tenisi oynayanlar, denizden yeni çıkanlar, terliklerindeki kumlardan kurtulmaya çalışanlar, çocuklarını gezdirenler, dondurma yiyenler ve İngilizler, rengi ağır ağır sarıdan turuncuya dönmeye başlayan güneşin altında bana eşlik ediyorlardı. Gözüm bir ara selfie çeken yaşlı bir çifte takıldı. Telefonun kamerasını güneşe doğru tuttuklarından ışığın açısı ile ilgili sorun yaşıyorlardı. Hemen yardımcı oldum. Bana ellerindeki atıştırmalıktan ikram ettiler. Anlamadığımız dillerde birbirimize teşekkür ettik. Tanımadığımız insanlara yardım etmenin insana huzur verdiğini annemden öğrenmiştim.
***
Buraya gelmeden önce telefonuma siyah beyaz bir fotoğraf kaydetmiştim. Ernest Hemingway ve ikinci eşi Pauline Pfeiffer sohbet halindeyken çekilen bu karenin yerini bulmaya çalıştım. Tam olarak saptayamamış olsam da üç aşağı beş yukarı bir yeri gözüme kestirdim ve merdivenlerden aşağı inip plajın barından bir bira alarak o noktaya doğru ilerledim. Havlumu serdim, ayakkabılarımı çıkardım ve kitapta Hemingway’in bu plajı betimlediği sayfaları tekrar okudum.
“Plajın dümdüz uzanan kumu pürüzsüz, sıkı ve sarıydı. Bir soyunma kabinine girip soyundum, mayomu giydim ve çıkıp düz kumdan geçerek denize gittim. Çıplak ayaklarımın altındaki kum ılıktı. Suda ve plajda epey insan vardı. Çok ötede, Concha’nın tepelik burunlarının neredeyse birleşerek liman oluşturduğu yerde, beyaz köpük hattı ve açık deniz uzanıyordu. Gelgit çekiliyor olsa da tek tük büyük dalgalar ağır ağır sahile vuruyordu. Suda titreşimler gibi gelip suyun ağırlığını topluyor, sonra da ılık kuma sakince yayılıyorlardı. Denizde yürüyerek açılmaya başladım. Su soğuktu. Büyük bir dalga gelince dalıp sualtında yüzdüm; yüzeye çıktığımda, üşümemden eser kalmamıştı. Yüzerek sala gittim ve kendimi yukarı çekip sıcak kalaslara uzandım.”
***
Avrupa’nın güneyi 40 dereceyi geçen hava sıcaklıklarıyla boğuşurken önce dağlara sonra da kıtanın batı ucuna gelmekle ne kadar doğru bir karar verdiğimi, ikinci biramı almak için bara yürüdüğümde anladım. Kuma yalın ayak basarken ayaklarım yanmıyordu. Parmak uçlarımda hızlıca yürümek veya ayakkabılarımı giymek zorunda değildim. Plajda aheste aheste, etrafıma bakarak yürüyebilmek harikaydı. Buna benzer bir durumu en son yirmili yaşlarımın ortalarına doğru Norveç’in güneyinde, Kuzey Denizi’nde yüzerken yaşamıştım. Acıkınca sandviçimden birkaç ısırık aldım. Kalanını martılarla paylaştım. Bunu gören bir çocuk martılara bir avuç atıştırmalık verdi. Kız kardeşi ona çok kızdı. Kuşlardan korkuyordu. Tüm bunlara üçüncü biramın yarısı boşalmış şişesi de şahit oldu. Çakırkeyif yüzmek eğlenceliydi. Tutkuyla öpüşen genç çiftleri izledim. Kitap okudum, müzik dinledim, uyudum, uyandım. Biram bittikten, güneş battıktan, tüylerim serinden diken diken olduktan sonra eşyalarımı toplayıp plajdan ayrıldım. Plajın etrafında ve rıhtımda yürüyenlerin kılıkları değişmişti. Oğlanların saçları yapılı, kadınların meme uçları foraydı. Her yaz tatilimde bir öncekinden daha fazla sutyensiz giyim tercih eden insan görür olmuştum. Bu meselenin normalleşmesi ve bedenlerin bir anlamda rahat etmesi sevindiriciydi. Güzel kokan insan kalabalığının içinden geçerek Parte Vieja’ya vardım. Barların dış kısmındaki kare masaların tamamı içki ve pintxo ile doluydu. Birkaç lokmanın ardından not defterime bir şeyler karaladım ve sonra bir pasajdan geçerek La plaza de la Constitución’a geldim. Meydandaki restoranlarda mutlu insanlar vardı. Çocuklar meydanın ortasında oyunlar oynuyor, ara sıra gelip geçen seyyar satıcılar renkli kişilikleriyle neşe saçıyordu. Meydanı çevreleyen balkonların üzerinde numaralar, önlerinde küçük masalar vardı. Oturmak istediğim yere karar verdikten sonra garsona bana önce lezzetli bir Cava (İspanya’daki köpüklü şarap çeşidi) getirmesini söyledim, zira tazelenmeye ihtiyacım vardı. Bunu üzerimdeki tuzlu sudan kurtularak otelde de yapabilirdim ama o zaman gökyüzünün turuncudan laciverte dönüşünü izlemekten mahrum kalırdım. Kadehteki kabarcıkları yuvarlamak daha iyi bir çözümdü. Bunun ardından yıllanmış bir Rioja (Tempranillo üzümlerinden yapılan kırmızı şarap), yanına da manchego (koyun sütünden yapılan peynir türü) ve jamón ibérico (kurutulmuş domuz budundan yapılan jambon) sipariş edecektim ancak önce şu numara meselesini öğrenmeliydim. “Balkonlardaki bu numaraların anlamı ne?” diye sordum yanımdan geçen garsona. Elindeki tabakları masama bırakıp işaret parmağıyla önce meydanı sonra da yapının tam karşımızdaki cephesini işaret ederek, “Boğa güreşi şenliklerini biliyorsundur” dedi. “Şenlik zamanında bu balkonlar locaya dönüşür. Yani bunlar locaların numarası.” Yüzümde tatmin olmuş bir ifadeyle teşekkür ettim. Başını hafifçe indirerek beni selamladı ve yanımdan ayrıldı. Pasajın içinden geçerek restorana girişini izledim.
Yarın erken kalkıp günün ilk otobüsüyle Pamplona’ya gideceğim için henüz barlardan taşan müzik sesleri sona ermemişken otelin yolunu tuttum. İyi uyumak, zinde uyanmak istiyordum çünkü yarın, bugünden çok daha fazla yürüyecektim.
Pamplona
Sabah uyandığımda şehirden çıt çıkmıyordu. Limandan kent merkezine uzanan sokaklardaki nemi hissetmek, tazeliğin rayihasını almak mümkündü. Açık bir pastane bulup üzerine geri dönüştürülebilir çatal saplanmış bir cheesecake ile kahvaltı ettim. Ardından María Cristina köprüsünü geçerek otobüs terminaline ulaştım. Köprüde, Paris’teki Alexander III köprüsünün kopyası olan, 18 metre yüksekliğinde, heykel gruplarıyla taçlandırılmış dört anıtsal dikilitaş vardı. Güneşte pırıl pırıllardı.
Otobüsün saati geldiğinde perona yöneldim. Kasıtlı olarak sıranın en sonuna geçtim. Otobüslerin o dar koridorlarında yürürken insanların yüzlerine bakmayı seviyordum. İçerideki hakim dil Baskçaydı. Bir koltuk bile boş değildi. Başım otobüsün camına yaslanmış vaziyette, Hemingway’in doğum gününde, yüz yıl önce “40 dakika ve 8 tünel” süren San Sebastian – Pamplona yolculuğuna başlamıştım. İster istemez çocukluğunu düşündüm. “Bir romancının çocukken yapabileceği en iyi alıştırma, mutsuz bir çocukluk geçirmektir” demişti. Haksız da sayılmazdı. Muhafazakâr bir ailede, annesinin ikiz kız çocuğu sahibi olma saplantısı sebebiyle onu kendinden iki yaş büyük ablasıyla birlikte büyütme girişimleri ve kaba kuvvet kullanan bir babanın tutarsız hareketleriyle büyümüştü. Henüz üç yaşında eline silah verilmiş, ablasıyla aynı kıyafetleri giymek zorunda kalmış, aynaya baktığında onunla aynı saç kesimine sahip olduğunu görmüştü.
***
Pamplona’ya vardıktan sonra otele uğramadan dosdoğru Plaza de Toros’a geldim çünkü burada Barcelona doğumlu sanatçı Luis Sanguino’nun 1968 yılında Ernest Hemingway için yaptığı bir anıt vardı ve ben kitabın son sayfalarını bu anıtın yanında çevirmek istiyordum. Balıkçı yaka kazağı ve sakallarıyla Hemingway’i karşımda bulduğumda çok heyecanlandım. Hemen yanındaki banklara oturup öylece ona baktım. Öyle bir an yaşıyordum ki o an orada olanlar benden başka hiç kimsenin umrunda değildi. Güvercinler şöyle bir yanıma gelip elimde yiyecek bir şey olmadığı için hemen gidiyor, meydanda yürüyenler anıta uzaktan bakıp yoluna devam ediyordu. Elime ilk defa bir Hemingway kitabı almamı sağlayan kişi, o dönem İngiliz Dili ve Edebiyatı okuyan ve sonraları ilk kitabım Bulut Fabrikası’nı ithaf ettiğim kız arkadaşımdı. Anıta bakarken aklımdan onu aramak geçti ama sonra vazgeçtim. Her ne kadar beni iyi tanıdığını düşünsem de bu özel anı yalnız yaşamak istemiştim.
***
Ernest Hemingway, şehirde düzenlenen San Fermín Festivali’ne ilk eşi Hadley Richardson ile birlikte gelmişti. Eşi boğa güreşlerinden pek etkilenmemişti ama Hemingway etkilenmişti. O dönem çalıştığı The Toronto Star Weekly’de 27 Ekim 1923’te yayınlanan makalesinde, buradaki ilk sabahını, “Surların üzerindeki dar bir kapıdan yeni ve beyaz boğa ringinin bulunduğu sarımsı, düz ve boş bir alana doğru giden kalabalığı takip ettik: tıklım tıklımdı” sözleriyle anlatmıştı. Burayı öylesine sevmişti ki ertesi yıl boğaların koşusuna katılmış ve bir yıl sonra festival boyunca her sabah düzenlenen amatör boğa güreşlerinde şansını denemişti.
Hemingway’in izini sürmeye, “C. de Hilarión Eslava, 5” adresinden devam ettim. Hemingway ve Richardson, Hotel La Perla’da önceden ayırttıkları otel odasının dolu olduğunu görünce yeni bir yer aramaya başlamış ve ardından turistleri ağırlamayı kabul eden birinin evinde kalmışlardı. Hemingway bu evde kaldıkları küçük odayı şöyle tarif etmişti: “Kale gibi kalın duvarları olan eski bir İspanyol evinin büyük ve güzel bir odasıydı. Kırmızı karo zeminli, serin ve hoş bir odaydı; iki büyük ve rahat yatak bir oyuğa yerleştirilmişti. Bir pencere sokağa bakan demir ızgaralı bir verandaya açılıyordu. Çok rahattık.”
Pamplona’ya ertesi sene geldiğinde yanında eşinin yanı sıra arkadaşlarını da getiren Hemingway, bu defa Gran Hotel La Perla’da kalmayı başarmış ve 217 numaralı odada konaklamıştı. Otelin geçirdiği renovasyonun ardından numarası 201 olarak değişen odada, çok sonraları festival için şehre gelen torunu John Hemingway de kalacaktı. Yazarın Pamplona ziyaretlerinin ardı arkadası kesilmediği için burada konakladığı çok fazla otel vardı ancak bunlardan belki de en önemlisi, Güneş de Doğar kitabında Hotel Montoya olarak geçen Hotel Quintana idi. Eskiden Pl. del Castillo, 18 adresinde bulunan otel artık kapalı ancak ben yine de Hemingway’in geçtiği sokaklardan geçme takıntım sebebiyle o sokaktan da geçmek istedim.
***
Hemingway’in uyuyup uyandığı, camlarından güneşi selamladığı, sarhoş bir halde devrildiği yatakların olduğu adresleri bitirir bitirmez, Plaza de Castillo’daki Bar Txoko’da (eski ismiyle Bar Choko) bir Sangria molası verdim. Buraya, yazar 1950’lerdeki Pamplona ziyaretlerinde bir şeyler içmek için burayı sık tercih ettiği -ve son eşi Mary Welsh’in de favorisi olduğu- için gelmiştim. Hemingway’in arkadaşlarıyla buluşup bir şeyler içmeyi sevdiği yerler arasında, Güneş de Doğar’da Bar Milano olarak geçen Bar Torino (artık Windsor Tavern olarak hizmet veriyor), Death in the Afternoon isimli kitabında yer alan Café Kutz (şimdilerde bir BBVA şubesi), 1953 yılında ünlü matador Antonio Ordóñez ile tanıştığı Hotel Yoldi’nin barı ve Café Iruña bulunuyordu.
Café Iruña, Güneş de Doğar romanındaki Jake Barnes’in yalnız başına gelip içtiği, diğer kahramanların da sık sık bir araya geldiği bir noktaydı; elbette ki Hemingway ve arkadaşlarının da öyle. Hatta 1925 yılında çekilen bir fotoğrafta, Hemingway’i eşi Hadley, arkadaşları Harold Loeb, Donald Ogden Stewart, Pat Guthrie ve romandaki Lady Brett Ashley karakterinin esin kaynağı olan Lady Duff Twydsen ile birlikte görmek mümkündü.
“Eşlik etmesi için bir şişe şarap içtim. Bir Château Margaux şarabıydı. Yavaş yavaş içmek, şarabın tadına varmak ve yalnız içmek hoştu. Bir şişe şarap iyi bir arkadaştı.”
“Iruña’da kahve içtik, pasajın serinliğinde, büyük meydana bakan rahat hasır sandalyelerde oturduk.”
***
Café Iruña’da sert bir kahve içip Hemingway’in hayaletiyle akşam yemeği için yine aynı yerde sözleşerek Pamplona’da gündemsiz bir şekilde yürümeye başladım. Sokaklardan biri beni şehrin kuzeyinde yer alan surlara götürdü. Manzara harikaydı. Bulutların arasından tagliatelle şeritleri gibi toprağa inen güneş, şehri çevreleyen, üzerinde atların koştuğu tepeleri aydınlatıyordu. Bir süre orada kaldım. Fotoğraf çektim. Ara sıra yüzüme vuran güneşin beni ısıtmasına izin verdim. Esinti kuvvetlendiğinde ise şehre dönmek üzere manzaraya sırt çevirerek yerimden ayrıldım. Sokaklardaki uğultuyu ve ot kokusuyla karışan yemek kokusunu takip ederek C. Navarreria’ya vardım. Cadde üzerindeki barlar ve caddenin kendisi hınca hınç doluydu. İnsanlar yerde oturuyor, bir şeyler içiyor, yüksek sesle şakalaşıyordu. Tam da olması gerektiği gibi bir cuma akşamüstüydü. La Barbakoa isimli bir barın yanından geçerken gür sesli biri, “Camina despacio, chico!” dedi. Arkamı döndüm. Fotoğraf makinemi işaret etti ve sonra baş parmağını yukarı kaldırdığı elini göğüs kafesinin önünde tutarak bana gülümsedi.
“Ne yapıyorsun burada?” Sigarasından bir nefes çekti, kaşlarının ortası kırıştı. Sigaranın ucu tamamen sararmıştı.
“Özel bir şey yok” dedim. Bir an için burada kimseyi tanımıyor olmanın hüznünü hissetmiştim. Aslında özel bir şey vardı ama ben galiba yalnız kalmak istiyordum. Bir süre havadan sudan sohbet ettikten sonra sigarasını uzattı. İstemedim.
“Kontrollü kaosu seviyor gibisin” dedi.
“Beni çok çabuk anladın. Belki de öyledir” dedim ellerimi cebime sokarak. “Patates püresi gibi olduğum yere yayılmayı sevmiyorum. Canım istediğinde kanatlarımı açabilmeliyim.”
Güldü. Kıvırcık saçlarını omuzlarından geriye doğru savurup ensesinde topladı. Parfümünün kokusu burnuma doldu. Bir süre boynunu ve gerdanını izledim. Ardından, “Benim artık gitmem gerekiyor” dedim ve oradan ayrılarak otele doğru yürümeye başladım.
***
Pamplona’da, şimdiye kadar Almanya ve Fransa’daki kasaplarda gözlemlediğim bir şey gözüme takılmıştı. Hediyelik eşya mağazalarında satılan ıvır zıvırların neredeyse tamamında gülümseyen, mutlu boğalar vardı. Sanki bu boğalar öldürülmüyor, o kasaplardaki inekler kesilip tabaklarımıza gelmiyormuş gibi hallerinden memnun biçimde vitrinlerde, logolarda öylece sırıtıyorlardı. Ne düşünmem gerektiğini bilemedim. Durumu iyice kurcalayacak olursam, iş benim burada hiç bulunmamam, bu şehrin turizmine asla katkı sağlamamam gerektiğine kadar uzanabilirdi. Hem zaten yorulmuştum. Bu defa akşam yemeğine temiz pak gitmek istediğimden otele varır varmaz duşa girdim. Telefonun alarmını kurarak biraz kestirdim.
Uyandığımda otelimin bulunduğu cadde epey kalabalıklaşmıştı. Pencereyi açınca içeriye müthiş bir kakofoni doluyor, kapattığımda ise Roma’daki komşumun sesi sonuna kadar açarak izlediği televizyondan duvarları aşarak oturma odama kadar gelen seslere benzer boğuk sesler duyuyordum. Bu yüzden Café Iruña’ya biraz daha erken gitmeye karar verdim. Yanıma kitap ve not defterinden başka bir şey almadan odadan çıktım.
***
Gün içinde bulunduğum yerlerde benim gibi elinde kitabıyla gezinen insanlara denk gelmiş, birbirimize gülümsemiştik. Belli ki burada Hemingway’in izini süren bir tek ben değildim. Ancak benim asıl hoşuma giden, bu kimselerle birbirimizin hâl ve hareketlerine bakarak neden orada olduğumuzu anında anlamamız olmuştu. Bir bisikletçinin karşı yönden gelen bir başka bisikletçiye onu tanımamasına rağmen selam vermesindeki nezaketin aynısıydı bu da. Benzer durumu Café Iruña’da da yaşadım. Ben masamda oturmuş menünün gelmesini beklerken, bakmadığım yönden gelen birinin bana doğru adımladığını hissedince hemen başımı çevirdim. Siyah saçları, mavi gözleri, diz kapakları çıkık ince bacakları, beyaz ayakkabıları, omuzlarında dev sırt çantası ve elinde bendeki kitabın İngilizce versiyonuyla karşımda biri dikiliyordu. Muhtemelen o bana selam verecekti ancak ben onun yaklaştığını farkedince komik bir duraksama anı oldu. Sonra sessizliği bozarak merhabalaştık. Bariz bir Amerikan aksanı vardı. Çantasını ve birkaç başka aksesuarını yanımdaki masaya koyarak oturdu. Ben benim masamın sağında oturuyordum. O ise kendi masasının soluna oturdu. Böylece ikimiz de birbirimizin tek başınalığına saygı göstermiş ancak sağlıklı sohbet edebilecek mesafeyi de sağlamış olduk.
“Bugün mü geldin?” diye sordum.
“Evet” dedi çantasında bir şeyler ararken. “Otobüsten iner inmez bir şeyler yemek istedim.”
“Nereden geliyorsun?”
“Madrid. Sen?”
“San Sebastian. Yarın yeniden oraya döneceğim. Plajda birkaç gün geçirmeye ihtiyacım var.”
“Orada iyi vakit geçirdin mi?” dedi çantasından yeni bir tişört çıkarıp yanındaki sandalyeye bırakarak.
“Harikaydı!” dedim. “Pauline ile fotoğraflarının olduğu yeri bulmaya çalıştım.”
Kahkahayı basıp, “Ciddi olamazsın!” dedi.
Muntazam dişlerine ve henüz yorgunluktan kendi rengine dönmemiş pembe yanaklarına bakarak, “Çok ciddiyim. Sonra da plaj hakkında yazdıklarını okudum” dedim.
“Onu ben de yapacağım” dedi. “Kitabını masada görünce tanışmak istedim. Yemek yerken sohbet edecek birinin olması iyi olur diye düşündüm. Neyse ki “Hemingway” büyük harflerle yazılmış. Açıkçası bu kitabın hangi dilde olduğuna, hangi romanı olduğuna dair hiçbir fikrim yok.”
“Türkçe” dedim gülümseyerek. “Türk arkadaşın yoksa Türkçeyi farkedememen normal.”
Tişörtünü değiştirmek için yanımdan ayrıldı. Birazdan onun masasına da menü gelince kendi menüme bakmaya devam ettim. Menünün en başında günün yemekleri ve tatlıları sıralanmıştı. Altta ise, “Şarap, ekmek ve su fiyata dahildir” yazıyordu. Bir gün açacağım üç-beş masalık küçük restoranın sloganını bulmuştum. Masadan tok kalkmak istediğim için önden birkaç atıştırmalık ve ana yemek olarak Filete de Ternera a la Plancha con Patatas Fritas y Piquillos (kırmızı biber ve patates kızartması eşliğinde dana fileto) sipariş ettim. Yanına da 2019 rekoltesi bir Ramón Bilbao Crianza söyledim. Ben gün içinde çektiğim fotoğraflara bakarken, Kelly masasına geri döndü ve hızlıca menüde göz gezdirmeye başladı. Yemeklerimiz gelene kadar biraz daha sohbet ettik. Yaşadığımız şehirler, çalıştığımız yerler, başka ülkeler ve kültürleri hakkında biraz dedikodu derken konu -doğal olarak- Hemingway’e ve onun hayatına geldi. Açıkçası bir kadının Hemingway hakkında söyleyeceklerini bir erkeğinkinden daha çok önemsiyordum. Neticede evliliklerinin birinden diğerine geçerken hiçbir zaman yalnız kal(a)mayan bir adamdan bahsediyorduk. Kadınlara ve evliliklerine olan tavrı devamlı tartışma konusuydu.
İkimizin sohbet halinde olduğunu gören garson Kelly’i göstererek, “Ona da kadeh getireyim mi?” diye sordu. “Elbette!” dedim. Kelly lokmasını çiğnerken elini ağzına götürüp kikirdedi. İkimizin de sandalyesi meydana baktığı için diyalog esnasında, özellikle de uzun cümleler kurarken birbirimize öyle sürekli olarak bakamıyorduk ama yine de aynı masada birlikte yer, birlikte içer gibi bir halimiz vardı. Dışarıdan komik gözüktüğümüze emindim. Yüzüm ona dönük şekilde, “Ee,” dedim. “Hemingway’in özel hayatı hakkında ne düşünüyorsun?”
“Ben sadece yazdıklarıyla ilgileniyorum” diyerek gayet mantıklı ama bir yandan da hiç beklemediğim bir yanıt verdi.
“Berlin’de tanıştığım kadınlardan biri Hemingway’den nefret ediyordu” dedim. “Onu sadece kadın düşmanı olarak görüyordu.”
“Berlin’de her şey uçlarda yaşanmıyor mu nasıl olsa? Şaşırmadım.”
“Haklısın” deyip kadehimden bir yudum aldım.
“Bence birinin sanatıyla kim olduğu arasındaki bağlantı biraz gizemli kalmalı. Her detayı öğrenmek zoruna değiliz. Ne derler bilirsin, kahramanınla asla tanışmamalısın.”
“Evet” dedim sandalyemde doğrularak. “Aslında bazılarıyla istesek de tanışamayız ama işte insanların hayatını didik didik etmeyi seviyorlar.”
“Ben gerçekten de sadece sözcükleriyle ilgileniyorum. Anlatımını seviyorum. Bir duyguyu gösterişsiz bir biçimde verdiği halde onun hafızamızdaki pek çok yere dokunmasını sağlayabiliyor. Benim için önemli olan bu, yazarlık budur.”
***
Kelly’i o akşamın ardından bir daha hiç görmedim ancak iletişimimizi koparmadık. Birbirimize ara sıra mesaj atıyor, denk geldiğimiz Hemingway haberlerini paylaşıyoruz. İtalya’ya geldiğinde mutlaka haber vermesini istedim. Hemen her meseleyi pragmatik bir biçimde ele alan ve lüzumsuz polemik sarmalından uzak duran halleri hoşuma gitmişti. O gittikten sonra kalan bir buçuk kadehlik şarabı tek başıma içmeye devam ettim. Zaten yağmur da başlamıştı ve ıslanmaya hiç niyetim yoktu. Yağan yağmuru ve ıslanmamak için revakların altına koşuşturan yerelleri izledim. Çalışanlar çekingen ancak biz müşteriler epey keyifliydik. Tepemizdeki dev brandaya inen yağmur damlaları hepimize müzik gibi geliyordu. Dolu dolu iki gün geçirmiş olmanın tatlı dinginliğiyle Hemingway’in burada bizimle olmasını diledim. Bir sonraki gezimi, yine onun için özel olan bir zamanda, yanıma bu defa Paris Bir Şenliktir kitabının ilk baskısını alarak Paris’te düzenlemeye karar verdim. O kitabı bana Berlin’de bir dönem beraber olduğum, şimdilerde son noktasını koyduğum üçüncü kitabımın taslağına Berlin’de birlikte yaşarken karar verdiğim kız arkadaşım hediye etmişti. “Hayattaki en güzel şey, tüm kusurlarınızı bilmesine rağmen sizin hâlâ muhteşem olduğunuzu düşünen birisinin olmasıdır” diye fısıldadı kulağıma Hemingway.
Haklıydı.
***
Ernest Heminway’in yaşamı hakkında bilgi sahibi olmak ve yazdığı kitaplar dışında da kitaplar okumak istiyorsanız aşağıdaki üç kitap mutlaka işinize yarayacaktır.
- Paris’teki Eş – Paula McLain
- Ernest Hemingway: A Biography – Mary Dearborn
- Ernest Hemingway: Vazgeçmeden Önce Deneyin – Berker Okan