Hayatımda ilk defa bir yazımın (lise yıllarındaki kompozisyonlarım da dahil olmak üzere) başlığını yazıya başlamadan attım. Annie Ernaux’nun Babamın Yeri isimli kitabının bendeki etkisi öyle büyük oldu ki henüz kitabın son sayfalarına dahi gelmeden birazdan okuyacağınız cümleleri yazmaya karar vermiştim. Üzerine düşünerek yazarsam samimiyetinden bir şeyler kaybedeceğinden şüphe ettiğimden, aklımdan geçenleri olduğu gibi paylaşmayı daha uygun gördüm.
Hiç unutamadığım bir an var. Kaçıncı sınıftayım hatırlamıyorum. Günlerden pazartesi. Akşam yemeğindeyiz. Babam, bana hafta sonu Carousel’den aldığı son model cep telefonuyla ilgili sorular soruyor. “Arkadaşların gördü mü? Ne dediler? Bir şey dediler mi? Fiyatını sordular mı?” Nasıl yanıtlar vermem gerektiğini bilmediğim, aslında birer yardım çağrısı olan sorulara, babamın gururunu okşamak ve kendini iyi hissetmesini sağlamak için -biraz da gerçeği söylememek adına başımdan savar bir tavırla- beklediği yanıtları veriyorum. “Evet baba! Bayıldılar. Kamerası çok güzel. Herkes bakmak, kurcalamak istedi. Henüz kimsede bu modellerden yok.” Sonra babam arkasına yaslanıyor. Sadece bir şeyler gerçekten çok hoşuna gittiğinde yaptığı gibi kesik kesik gülmeye başlıyor. İçindeki istediğini almış ve göğsü kabarmış çocuktan gelen kikirdemeleri dinlerken tabağıma dönüyorum. Babama yalan söylemiş olmanın verdiği sıkışmışlığın ceremesini, çatalımla bir o yana bir bu yana sürüklediğim sulu köftenin lokmaları çekiyor.
Birine hediye alırken başlıca dikkat ettiğim husus, hediyenin karşı tarafın hayatına kattığı değerdir. Bu yüzden hediye almadan önce hediye alacağım kişinin yaşamını bir süre gözlemlemeyi severim. İhtiyaçlarını, gün içinde sık kullandıklarını ve keşkelerini belirleyip gerçekten nokta atışı bir hediyede karar kılabilmek, benim için bir saygı ve sevgi meselesidir. Hediyeyi aldıktan sonraysa tıpkı geçen yıl koşu ayakkabılarını yenilediğim partnerime yaptığım gibi bir şey bekler bakışlarımla civardaki varlığımı yadsınamaz hale getiririm. “Nasıl? Rahatlar mı? Sevdin mi hediyemi? Sanki ayağında yoklar. Çok hafifler, öyle değil mi?” Başkasının hayatında bir yer edinebilmiş olmanın peşinde geçen, babamınkinden farklı olmasına gayret ettiğim bir yaşam sürdürebilme uğraşı benimkisi. Tüm izlerine rağmen, o hiç var olmamış gibi sıfırdan başlayabilme hülyası.
Soy büyüklerimin Yunanistan’ın kuzeyindeki Pangaion Dağı’nın gölgesinde birer tütün ve zeytin çiftçisi, yıllar sonra doğduğum kent İstanbul’a uzanabilenlerinse mavi yakalı olduğu karmakarışık bir öyküyü anlamlandırmaya çalışıyorum. Hayvancılıkla uğraşan, yeri geldiğinde kapı kapı dolaşıp süt satan dedemi düşünüyorum önce. Sonra da babamı alıyorum sanık sandalyesine zihnimdeki mahkemenin. Ait olduğu sınıfın çok üstündeki hayalleri uğruna beni kıyısından köşesinden son vagonuna koymaya çalıştığı burjuvazi treninde uzun süre kalabilmenin, yalnızca iyi bir eğitimle mümkün olduğunu sandığı için kızıyorum ona.
Taşıma suyla döndürmeye çalıştığı bir değirmendi babamınkisi. İki sömestr boyunca cebime koyabildiği harçlıktan fazlaydı taksitle aldığı telefonun değeri. İlkokulda uyanmalıydı daha. Birlikte okuduğum çocukların aileleri, bir yerlerde bir şeylerin sahibiydi. Kayak tatilleri vardı her sene aksatmadan gittikleri. Bizim tamir ettirileceği günü beklemeyi bırakan bozuk pikaplı evimizde ise hep bir tatsızlık vardı. “Oğlum, biliyorsun ablanın durumunu” ile başlayan cümleleri, benim travmalı çocukluğumun çift haneli yaşlara kadar ıslattığı yataklar takip ediyordu.
Birlikte okula gidip geldiğim kimseyle bir olamıyor oluşum, ömür boyu yakamı bırakmadı. Büyümüştüm büyümesine ama işte… Okulun yerinde bazen ofisler, bazen de yaşadığım şehirler vardı artık. Çantamı alıp gitmelerim de hep bundandı belki zaten, kim bilir? Yolda bana benzeyen, benim gibi ne geldiği ne de girdiği sınıfa ait olabilen birini bulmaktaydı tüm ümidim belki de…