Mayıs ayının ortalarıydı. Roma sokakları buram buram yasemin kokuyor, kent merkezindeki hasır şapkalı insan sayısı günbegün artıyordu. Bir başka deyişle, tuzlu saçların, güneşin denizin gökyüzüyle birleştiği bir yerlerden bize veda ettiği yazlık yerlerin ve lezzetli balık tabaklarının vakti geliyordu. Arkadaşımı yanıma alıp gastronominin merkezde olduğu bir geziye çıkmak istediğim için derhal sevgili Elvan Uysal Bottoni’yi aradım. Hazır Ripley’in Atrani’de geçen bölümleri hatırımda tazeyken, Salerno’dan yola çıkarak Amalfi kıyılarına doğru şöyle bir uzanacağımı, son durağımın ise Sorrento olacağını söyledim. Kısa bir sohbetin ardından, “Gerisini telefonda değil sofrada konuşalım” dedi. “Akşam yemeğinde pesce all’acqua pazza var.”
Vietri sul Mare & Cetara
1997 yılında UNESCO Dünya Mirasları Listesi’ne alınan Costiera Amalfitana söz konusu olduğunda, tarihten sinemaya, doğa yürüyüşlerinden görkemli otellere ve gastronomiden coğrafi güzelliklere kadar giden bir hikâyeler silsilesi başlar. Hatta bir çocuğun aradığı her şeyi bulabileceği dev bir lunaparka girmesiyle bir yetişkinin Amalfi kıyılarındaki köy ve kasabalarda bulunmasının hemen hemen aynı şey olduğunu söyleyebilirim. Bu yüzden, tüm bu çeşitliliği hakkını vererek deneyimleyebilmek adına Frieda ile seyahat süremizi bir hafta olarak belirledik. Aracımızı kiraladığımız Salerno’dan yola çıktıktan sonra ilk durağımız Costiera Amalfitana’nın seramik şehri Vietri sul Mare oldu. Amalfi kıyılarındaki diğer pek çok yerleşim yeri gibi bir yamaca konumlanmış olan Vietri sul Mare’nin sokaklarında saatler harcamak işten bile değil, zira duvar karoları, saksılar, çöp kutuları, mutfak gereçleri, süs eşyaları ve panolara varana dek her şeyde 15. yüzyıldan bu yana korumayı başardıkları o rengarenk polikromik seramik tekniklerini gözlemlemek mümkündü. Hoş sohbet esnafı ve yüksek bir çan kulesine sahip geç Napoliten Rönesans tarzında yapılan San Giovanni Battista kilisesiyle bende her daim özel bir yeri olacak olan bu şirin yerden ayrılmadan önce limonlu scamorza peyniri, fesleğen soslu bruschetta ve birkaç yeşil zeytin ile kendimize kurduğumuz minik sofranın keyfini çıkardık. Ardından geceyi geçirecek olduğumuz Cetara’ya doğru yola çıktık.
Seyahatlerimde geçmişi şimdiye çağırmayı severim. Bir yazarın yıllar önce yürüdüğü sokakları arşınlamak veya bir filmin çekildiği restoranda bulunmak bulunduğum yerle bağ kurmamı sağlar. Ancak mevzu bahis İtalya olduğunda, bazı yerler geçmişin ta kendisi olarak karşınıza çıkıveriyor. Cetara da onlardan biriydi. Limana inen dar alışveriş caddesi, minicik postanesi ve mütevazı dondurmacılarıyla bana 90’lar Türkiye’sinin küçük yazlık beldelerini anımsatan Cetara’daki akşam yemeğim, sadece deniz ürünlerinden oluşuyordu. İtalyanların bizim deniz ürünleri -veya deniz mahsulleri- diye bildiklerimize frutti di mare, yani tam tercümesiyle deniz meyveleri demesini oldum olası sevmişimdir. Spaghetti alla colatura di alici, tonno di Cetara ve aralarında hamsi, kalamar ve sardalyanın olduğu çıtır kızartma tabaklarının lezzeti hâlâ aklımda.
Ne göz kamaştıran seramik işçiliğine ne de Amalfi kıyılarındaki diğer şehirlerin o görkemli estetiğine sahip olan Cetara’nın alçakgönüllü varoluşuna biraz daha yakından bakmak için ertesi günün ilk yarısını da burada geçirdik. Boynumda asılı analog fotoğraf makinem ve ben, Frieda ve köpeği Tea ile biraz sokaklarda biraz da plajda aylaklık ettik. Yeteri kadar yüzdükten ve şezlongda uyukladıktan sonra bir yanı yer yer uçurum olan virajlı yollarda seyretmeye devam etmek için sıcaktan yapış yapış olmuş diz arkalarımızı düşünmemeye çalışarak arabamıza döndük. İstikametimiz, Minori’deki Pasticceria Sal De Riso.
Maiori & Minori
Minori için Amalfi kıyılarının gölgede kalmış zarafeti yakıştırması yapabilirim. Üstelik hâlâ yerel yaşama ait detayların rahatlıkla gözlemlenebileceği ender kasabalardan. Belki denize inen merdivenlerin aralarından kendini gösteren limon ağaçlarından belki de kaldırımlarını temiz tutmaya özen gösteren yaşlılarından; burada sık sık yavaşlamayı ve etrafına daha dikkatli gözlerle bakmayı arzuluyor insan. Minori’de doğmuş olan tatlı ustası Sal De Riso’nun pastanesindeki kalabalık eridiğinde ben çoktan limon kremalı delizia al limone ve Frieda’nın sipariş ettiği taptaze fındıklı sfogliatella ile ruhumu şenlendirmeyi başarmıştım. Maiori, Minori’nin büyük ve daha dışa dönük bir kardeşi gibi. Uzun, tertipli kumsalı ve düz sokaklarıyla keşfetmesi nispeten kolaydı. Atrani ve Amalfi’ye geçmeden önce hem geceyi geçirmek hem de ertesi gün sabahın erken saatlerinde Tiren Denizi’nde kıyıyı seyrederek ters kulaçlar atmak için doğru yerdi.
Atrani & Amalfi
Atrani yalnızca üç kilometre ötedeydi ancak köprüde inatlaşan keçiler misali dar bir virajda birbirine kafa tutan iki İtalyan sürücünün sıkışan araçları yüzünden on dakikalık yolu yarım saatte ancak alabilmiştik. Buralarda öylesine hiçbir şey olmuyor ve yaşam öylesine alelâde bir biçimde akıyordu ki bu basit mesele bile canımı sıkmaya yetmişti. Neyse ki manzara her şeyi unutturacak kadar etkileyiciydi. Bazı virajlar yalnızca maviliklere çıkıyor, denizden esen rüzgâr biz radyodaki şarkılara eşlik ederken yüzümüzü serinletiyordu. Atrani’ye vardığımda artık iyiydim.
9. ve 13. yüzyıllar arasında bölgede hüküm süren Amalfi Dükalığı’nın aristokratlarının bolca zaman geçirdiği Atrani’nin nüfusu şimdilerde sadece 764. Eh, nihayetinde İtalya’nın en küçük belediyesinden söz ediyorum. Bizim gibi geçerken uğrayan, restoranlarında keyifli vakit geçiren ve plajında yüzmeye gelen turistleri olmasa belki de tamamen unutulacak bir yerken, şimdilerde -Ripley dizisinin de etkisiyle- olduğundan biraz daha kalabalık görünüyor. Dik merdivenleri ve kısa tünelleriyle Atrani, Patricia Highsmith’in karanlık estetiğini bir hayli iyi taşıyor.
Atrani’ye veda ettikten sonra Amalfi’deki otelimize yerleştik ve soluğu yeni evli bir çiftin merdivenlerinde tebrikleri kabul ettiği Sant’Andrea Apostolo Katedrali’nin hemen yanındaki kafelerden birinde aldık. Niyetimiz yorgunluk kahvesi içmek ve gelen geçeni izlemekti. Bir süre sonra çaprazımızdaki masada oturan yaşlı çift ile sohbet etmeye başladık. İkisi de seksenlerinin başındaydı. Şık giysileri ve özenle taranmış saçlarıyla hemen dikkat çekiyorlardı. Frieda isimlerini sordu. Ardından laf lafı açtı ve konu Amalfi’nin denizcilik yasalarına kadar geldi. “Tavole amalfitane” dedi Aldo, “11. yüzyılda uluslararası denizcilik hukukunu belirleyen kanunlardır. Hepsi burada, Amalfi’de yazıldı.” O anlattıkça eşi Gaia gözlerini deviriyor, sıkılgan tavırlarla sandalyede bir o yana bir bu yana dönüyordu. “Kendini Amalfi’nin kültür elçisi ilân etti, her gün birine bunları anlatıyor.” Biz halimizden memnunduk ancak belli ki Gaia eşinin dışa dönüklüğüyle o kadar da mutlu değildi. Onları orada bırakıp akşam yemeği için restorana geçtik. Agerola’nın meşhur mozzarella peynirinin başrolde olduğu küçük bir salata tabağıyla başlayan ziyafetimiz, spaghetti alle vongole, pesce all’acqua pazza ve tartare di tonno ile devam etti. Nefis bir günbatımını takip eden bulutsuz akşamı deniz kıyısında dalga seslerini dinleyerek noktalarken, zihnimizde ne önceki güne ne de ertesi güne dair bir şey vardı. Sadece anın tadını çıkarıyorduk.
Furore & Positano
Ertesi gün perdelerini çekmeyi unuttuğumuz pencereden içeri dolan güneş -ve dışarı çıkmak için sabırsızlanan Tea- bizi erkenden uyandırdı. Biz de bunu avantaja çevirerek Furore’deki o meşhur köprünün altında bulunan plaja gittik. Saat dokuza geliyordu ve etrafta kimsecikler yoktu. Kayalıkların arasında sıkışıp kalmış denizin rengi bana Kaputaş’ı, Frieda’ya ise Ligurya’daki San Fruttuoso’yu hatırlatmıştı. Biraz yüzdükten sonra kitaplarımızı okumaya başladık. Sıcaklayınca yeniden denize girdik. Az sonra kum ve çakıl taşlarının üzerine serdiğim havluma geri dönerek karşımdaki manzaranın keyfini sürmeye başladım. Deniz pırıl pırıldı. Onun üzerinde yükselen köprüyse buradan oldukça zarif görünüyordu. Yavaş yavaş acıkmaya başlamıştım ki Frieda, “Ho fame” dedi deniz suyunun kıvır kıvır yaptığı saçlarının uçlarını düzeltirken. “Hadi bir şeyler yiyelim!” Toparlanıp Positano’ya doğru yola çıktık.
Virajları her zamankinden biraz daha hızlı alıyor, lezzetli bir öğle yemeğinin hayalini kuruyordum. Positano’ya yaklaştığımızda radyonun sesini yükselttim. Marina Grande ve hemen arkasındaki Sana Maria Assunta Kilisesi’nin kubbesi arabanın içinden bile şahane görünüyordu. Rengârenk yapıların cephelerini aydınlatan güneş, bizde gideceğimiz yere bir an önce kavuşma hevesini körükleyen çocuksu bir mutluluk yaratmıştı. Kalacağımız yere gitmeden önce yine deniz ürünlerinin hâkim olduğu dev birer salatayı afiyetle yedik. Çantalarımızı bıraktık ve dik merdivenlerin açıldığı sokaklarda yürümeye başladık. Denizden uzaklaştıkça hediyelik eşya satan dükkânların ve çevredeki turistlerin sayısında azalma oluyordu. Positano’nun dar merdivenleri arasındaki yaşamları gözlemlemek oldukça keyifli bir hâl almıştı. Gördüğümüz her sokağa girdik, her merdiveni adımladık. Via Chiesa Nuova’nın merdivenleri, çocukların futbol oynadığı bir meydana açılıverdi. Meydanın bir yanında kırmızı kapılı, çiçekleri balkonundan neredeyse yere kadar uzanan bir ev vardı. Diğer yanı ise deniz manzarasıydı. Bir balkona, bir de balkonun karşısındaki manzaraya çevirdim kafamı. Güneş batarken burada bulunmak güzel olmalıydı.
Il Sentiero degli Dei
Kıyılarda olmak, bu güzelim irili ufaklı yerleşim yerlerinde yazın keyfini sürmek şahaneydi. Ancak bir yanımız tüm bu ihtişama biraz daha yüksek bir yerlerden şahit olmak istiyordu. Agerola’dan Positano’ya uzanan dokuz kilometrelik bir doğa yürüyüşü rotasının ilk yarısını yürümeye karar verdik. Böylece hem biraz hareket etmiş olacak hem de Positano sırtlarında güneşin batışına şahit olacaktık. Yolun adı Il Sentiero degli Dei, yani “Tanrıların Patikası”. Rivayete göre Homeros’un Odysseia destanında geçen Sirenler, civardaki kıyılarda yaşarlarmış. Söylenceye göre tanrılar, Odysseus’un büyüleyici şarkılarıyla gemicileri ölüme sürükleyen Sirenlerden korunabilmesi için bu yüksek patikayı yaratmışlar. Böylece tanrılar, yukarıdan her şeyi görebilecekleri güvenli bir yolu takip edebilmiş.
Körfezi, yarımadayı ve hatta uzaklardaki Capri’yi bile rahatlıkla seyredebildiğimiz patika boyunca neşemiz yerindeydi. Yolda karşılaştığımız insanlarla sohbet ediyor, fotoğraf molaları veriyor ve sık sık manzaraya dalıp gidiyorduk. Telefonlarımız doğru düzgün çekmiyordu. Hayat yükseklerde daha da yavaşlıyordu sanki. Çoğunluğu topraktan oluşan patikada ilerlerken ara sıra esen rüzgâra kendimizi bırakabilmenin huzurunu yaşıyorduk. Sorrento Mavinin tüm tonlarına şahit olduğumuz gezimizin son durağı, bir dönem Charles Dickens, Nietzsche ve Lev Tolstoj gibi isimlerin de kendine mesken tuttuğu Sorrento oldu. Artık yarımadanın diğer tarafındaydık. Burası önceki duraklarımız gibi değildi. Artık küçük de olsa eni konu bir şehirde olduğumuzu hissediyorduk. Araç ve insan trafiği yoğundu. Bir labirenti andıran sokaklarıyla tarihi kent merkezinde şöyle bir dolaştıktan sonra limana indik. Sophia Loren’in başına buyruk bir balıkçı rolünde olduğu Pane, amore e… filminden hayâl meyâl hatırladığım birkaç köşeyi geçtikten sonra restoranların ve bakımı yarım yamalak yapılmış kayıkların olduğu limana geldik. Tea limandaki diğer köpeklerle tanışırken biz O’ Puledrone’nin menüsüne baktık. Canımız karides çekiyordu. Tabağı bitirmemiz uzun sürmedi. Ardından masaya dev limon dilimleri geldi. Garson, “Sorrento’nun limonları bunlar” dedi. Limonun sulu kısmıyla kabuğu arasında kalan kısmı öylesine kalın ve lezzetliydi ki dişlerimizin kamaşmasına aldırış etmeden afiyetle yedik.
Hem Amalfi kıyılarında hem de Sorrento yarımadasında gördüklerimiz ve tattıklarımız ikimize de çok iyi gelmişti. Arabamızı Napoli’ye bırakarak hızlı trenle Roma’ya dönmek üzere yola çıktığımızda, canımızın istediği her şeyi yapabilmiş olmanın mutluluğu, güzel beslenmenin tatmini ve iyice dinlenebilmiş olmanın ruhumuzda yarattığı dinginlikle sessizce oturuyor, geçirdiğimiz güzel anları düşünüyorduk.
Bu yazı ilk olarak Vogue dergisinin Temmuz – Ağustos 2025 sayısında yer almıştır.
