Son yıllarda hayatın her alanında karşımıza sıkça çıkan küreselleşme olgusu, kendisini her yerde ön planda tutmayı başaran, insan davranışlarından ülke politikalarına kadar etkisini hissettiren bir çeşit akım olma yolunda hızla ilerliyor. Duymaya alıştığımız ancak tam olarak ne olduğuna dair hakkında herkesin farklı farklı fikirler ortaya attığı bu akım, ülkeden ülkeye değişen etkisi, toplumdan topluma farklılık gösteren yapısal değişkenliği ile insanların algısında da değişmelere yol açıyor. Kimisine göre gelişmişliğin ve ilerlemenin göstergesi olan küreselleşme, kimisine göre ise gelişmiş ülkelerin gelişmemiş ülkeleri sömürme yöntemi olarak anılıyor. Bu noktada her iki tarafın da bugüne kadar bazı istatistiksel veya politik somut kanıtları olmuş olsa da, bazı konularda ülkelerin gelişmişlik seviyesine bakılmaksızın farklılık göstermeyen tutum ve politikalar göze çarpıyor. Bu hem sosyolojik hem siyasi yönden incelenmesi gereken konuların başında ise uluslararası göç ile ilgili sorunlar geliyor.
Küreselleşmenin tartışmasız en etkin olduğu nokta, insanlara farklı ülkeleri ve kültürleri göstermekteki müthiş etkinliği oluyor. İnternet ve medya dünyasının kaydettiği olağanüstü ilerleme ile birlikte insanlar farklılıkları rahatça gözlemlemeye başladılar. Oturdukları yerden yaşananlara seyirci kalıp sadece yorum yapanlardan tutun da; gördüğü bu farklılıklara hayran kalıp onları tecrübe etmek isteyen insanlara kadar uzanan geniş bir yelpaze içerisinde kendine yer bulmaya çalışan kişilerin çokluğu, oldukça net bir biçimde karşımızda duruyor.
Farklılıklar geniş dallara yayılmış olsa da kültürel ve ekonomik olanları elbette daha sık dile getiriliyor. Bazı zamanlarda ise birini tercih edip diğerine katlanmak da söz konusu olabiliyor. Maddi sebeplerle yaşantısından memnun olmayan birinin kendi öz kültürüne ters düşse dahi başka bir ülkenin kültürüne adapte olmaya çalışması buna en net örnek olarak gösterilebilir. Bu tutumların her biri, küreselleşmeye bir tepki olarak gelişiyor. İşin problem yaratan kısmı ise tepkisi pozitif yani küreselleşmeye paralel olarak gelişenlerde oluyor. Küreselleşmenin açtığı yolda yürümek isteyenlerin karşısına çıkan engellerin sebepleri hem kültürel farklılıklardan hem de siyasi dinamitlerden kaynaklanıyor. Bu konuda ise hangi ülkenin ekonomik olarak ne kadar geliştiği değil, söz konusu ülke toplumlarının kafa olarak ne kadar hazır olduğu önemli bir değişken konumunda duruyor. Bu sistematik tutum toplumun geneline yayılınca da -haliyle- yönetime de etki ediyor ve kendini ülke politikalarında sıkça gösteriyor.
Uluslararası göç, küreselleşme ana başlığı altında kendine yer bulmaya çalışan ve çözülme aciliyeti yüksek problemler yaratan bir alt başlık olarak uluslararası politika sisteminde var olma mücadelesi veriyor. Bu konuyla ilgili çalışmalar yıllardır yapılmakta ve bu konunun hem siyasi hem de sosyolojik sebep ve sonuçlarının incelenme süreci devam etmektedir.
Politik Boyut
Politik olarak incelendiğinde uluslararası göçün yarattığı politikalar; ülkelerin sınır politikaları, yabancıların ülkede kalışı ile ilgili kanuni düzenlemeler ve yurttaşlığa kabul politikaları olarak üçe ayrılmaktadır. Sınırların kime açılıp açılmayacağının tartışmaları, bu göçlerin ulusal egemenlik politikalarına ne kadar zarar verdiği ve ekonomik sermaye hareketlerinin hesaba katılma zorunluluğu, ülkelerin uluslararası göçü kontrol etmekteki zorluklarını su üstüne çıkaran gerçekler konumundadır. Ayrıca küreselleşmenin beraberinde getirdiği olumsuz sonuçlar, devletlerin yeni dünya düzeniyle mücadelesinde tüm yönleriyle yeni stratejiler üretmesine sebep olmaktadır. 20. yüzyılın son yarısıyla birlikte artan uluslararası göçe yönelik olarak ortaya konulması gereken yeni uygulamalar da bu stratejiler arasında yer almaktadır. Bu bağlamda, yasadışı göç, göçmen kaçakçılığı ve insan ticareti önemli sorunlar olarak karşımıza çıkmaktadır. Bununla birlikte, gelişmemiş ülkeler ile gelişmiş ülkeler arasındaki sosyal ve ekonomik farklılıkların daha da artması bu süreci arttıran etkenler arasında yer almaktadır.
Sosyal Boyut
Sosyolojik olarak yapılan incelemelerde ise karşımıza ilk çıkan teori, Chicago Ekolü olarak da bilinen; Amerikalı araştırmacıların ortaya attığı Asimilasyon Teorisi’dir. Bu teori, yoğunlukla Amerika’daki toplumsal düzen üzerine çıkarımlar yapan ve bir dönem süresince Amerika’ya olan göç trendini ve bunun sonuçlarını inceleyen bir teoridir.
Bu teorinin basitçe özetlediğine göre, göçmenler Amerika’ya gelir, maksimum 3 kuşak sonrasında sisteme ve düzene adapte olur ve birer Amerikalı olarak hayatlarına devam ederler. Göçmene dışlanmayacağını ve tüm haklarla donanmış bir vatandaşlık kazanacağını anlatan bir teoridir. Günümüzde hala kullanılan entegrasyon ve asimilasyon gibi terimler bu teori sayesinde doğmuştur. Ancak bu teorinin en büyük handikapı, sadece Amerika üzerine yoğunlaşmasıdır. Sunduğu terimler küresel olarak kabul görmüş olsa da, yaptığı çıkarımlar her ülkeyi eşit derecede bağlamamakta ve geçerlilik göstermemektedir. Öyle ki, daha sonra Avrupa kıtasında ortaya çıkan ve geliştirilen teorilere göre, etkileşimli ve birlikte yaşamak asıl önemli olan noktadır. Herhangi bir kültüre ait olmak değil, etkileşim halinde olup ortaya yeni bir şey çıkarmak asıl meseledir. Toplumlarda incelenmesi gereken süreçler bunun ışığında incelenmelidir. Bu teorilere destek olacak bir örnek vermek gerekirse, Almanya’ya göç eden Türklerin onlardan etkilendiği kadar Almanların da Türklerden öğrendikleri bazı davranış biçimleri olabilmektedir. Temelde etkileşim savunulmakta ve bunun üzerine çıkarımlar yapılmaktadır.
Yine sosyolojik olarak ele aldığımda, uluslararası göç; bir takım şeylerin özlemi olarak da kendini gösterebiliyor. Kendi ülkesinde özlemini duyduğu veya merak edip tecrübe etmek istediği değerlerin peşinden giden bireyler, gittikleri ülkelerde bunlara sıkı sıkıya sarılarak kendilerini doğal bir adaptasyon sürecine sokabiliyorlar. Ekonomik olarak daha iyi şartları hedefleyen birinin aynı işini yaparak daha çok para kazanacağına dair saptamaları olduysa ki bu saptamalar yine küreselleşmenin yarattığı avantajlar sayesinde kolay ulaşılabilir bilgi ile elde edilmiş oluyor, kişi göç etmeyi kafasına koyup bir nevi hayalinin peşinden koşabiliyor.
Durumu benzer şekilde sosyolojik olarak da örneklendirmek mümkün. Örneğin; İskandinav kültürünün değerleriyle büyümüş, bireyciliğe önem veren anlayış içerisinde yetişmiş birinin, Türk aile yapısına karşı duyduğu sempati aslında basit bir özlemden fazlası değildir ve salt bunun için bile göç etmeyi akıllarından geçirmelerine sebep olmaktadır. Tersi durumu ele alırsak; Türkiye’de yetişen ve sıkı ailevi ve toplumsal bağlarla yetişmiş birinin, tek başına bir şeyler becerebildiğini görmek istemesi ve bireyci yaşam tarzına olan merakı dolayısıyla İskandinav bir ülkeye göç etme arzusu da yine aynı sebepten ileri gelmektedir. Tüm bunları analiz etmemize ve sorgulamamıza yardım eden ise elbette küreselleşme ve onun sunduğu nimetlerdir.
Türkiye’nin Konumu
Kişileri göç etmeye zorlayan sebeplerin çokluğu ve göç etme yollarına her geçen gün yeni bir zenginlik eklenmesi hiç şüphesiz ülkeleri endişelendirmektedir. Bu endişeleri yaşayan ülkelerden biri de Türkiye’dir. Coğrafi konumu sebebiyle transit ülke konumunda bulunan Türkiye, göç politikalarını temelde sadece batıdan göçmen kabul etme üzerine oluşturmuştur. Doğudan gelenleri ise (son dönemdeki Suriye konusunu hariç tutacak olursak) kabul etmemekte ve geçici sığınma hakkı tanımaktadır. Türkiye’nin göç politikası, farklı evrelerden geçen düzenlemelerden sonra günümüzdeki halini almıştır. Bu evreleri özetlemek gerekirse:
I. Cumhuriyetin Kuruluşundan Uluslararası Yükümlülüklerin Kabulüne (1923–1951)
II. Uluslararası Yükümlülüklerin Kabulünden Kitlesel Sığınma Hareketlerine (1951–1988)
III. Kitlesel Sığınma Hareketlerinden Avrupa Birliği Adaylığı Sürecine (1988–1999)
IV. Avrupa Birliği Adaylığı Sürecinden Günümüze (1999…)
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla beraber ilk büyük göç hareketi yaşanmıştır. Bu göç hareketi Türk ve Yunan yetkililerin Lozan Antlaşması ile üzerinde anlaştıkları bir göç hareketidir. Zorunlu bir göç olmakla beraber göç eden kişilere etnik ve dini aidiyet üzerinden bir koruma sağlanmıştır. Bu yüzden günümüz mülteci hareketlerinden ayrı bir niteliğe sahiptir. Türk-Yunan nüfus mübadelesiyle 384.000 kişi Türkiye’ye ve yaklaşık 2 milyon Rum Yunanistan’a göçmüştür.
İskân Kanunu
1934 yılında Türkiye, göç konusunda ilk yasal düzenlemesi olan 2510 Sayılı İskan Kanunu’nun yürürlüğe koymuştur. İskân Kanunu, Türk soyundan ve kültüründen gelenlere Türkiye’ye yerleşme ve Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığından yararlanma hakkı vermektedir. İskân kanununun 4. maddesinde Türk kültürüne bağlı olmayanların, anarşistlerin, casusların, göçebe çingenelerin, ülke dışına çıkarılanların muhacir olarak alınamayacağı belirtilmektedir. Bu maddede ortaya konulan bazı tanımlamaların içlerinin doldurulmaması ise ülkeyi yöneten farklı farklı hükümetlerin kendi algılarına göre politika üretmesine sebep olmuştur. İskân Kanunun 5. maddesinde Türk kültürüne ve soyuna bağlı olmayıp zorunlu olarak Türkiye’ye gelen kişilerin durumlarının hükümetçe verilecek kararlara göre belirleneceği ifade edilmiştir. Türk hukukunda Türk Vatandaşlık Kanunu ile İskan Kanunu’nda göçmenler Türk soyundan olanlar ve Türk kültürüne ait olanlar şeklinde iki kategoriye ayrılmaktadır. Kanunlarda tek tek göç, toplu göç, göçebelik, meskun olma, aşiret kavramları geçer. Türk soylu ve Türk kültürüne ait olmayı Bakanlar Kurulu değerlendirir. Balkan göçmenleri buna göre yurda kabul edilmiştir. İskan Kanunu’na göre Türk kültürüne bağlı olmayanlar, anarşistler, casuslar, göçebe çingeneler, sınırdışı edilmişler göçmen olarak kabul edilmezler. Bu hükümlerle Avrupa Sözleşmesi’ndeki “devletlerin yasalarında cinsiyet, dil, din, renk, etnik ayrımcılık yapamazlar” ilkesi çelişir.
Savaş Sonrası Dönem
Bir sonraki süreçe baktığımızda; II. Dünya savaşı sonrası sadece Avrupa’da bir milyonun üzerinde mülteci evsiz kalmıştır. Tahribatın bu kadar büyük olması bu insanların sorununa çözüm bulunması amacıyla BMMYK’ nın kuruluşunu ve mültecilerle ilgili uluslararası sözleşmenin imzalanmasını beraberinde getirmiştir. Bu doğrultuda BM Genel Kurulu tarafından 1950 yılında BMMYK kurulmuştur. 1951 yılında ise Mültecilerin Hukuki Durumuna İlişkin Cenevre Sözleşmesi kabul edilmiştir.1951 Cenevre Sözleşmesi Avrupalı mültecilerin sorunlarına çözüm bulunması amacıyla imzalanmış ve BMMYK da aynı amaçla Avrupalı mülteci sorununu çözmek için 3 yıllığına kurulmuştur. Ancak daha sonra oluşan istikrarsız süreç sebebiyle bu süre kısıtlaması kaldırılmıştır. Türkiye de bu sözleşmeye imza atan ülkelerden biridir. Bu sözleşmeden sonra Türkiye sadece Balkanlar tarafından muhacırların gelmesine yasal olarak izin vermiştir.
Günümüze yaklaştıkça Türkiye’nin tutumunda sertleşmeler olmuştur. Ancak buna sebep olan etkenler bir hayli fazladır. Kitlesel sığınma hareketlerinin yaşandığı dönemden söz etmek gerekirse ki bu dönem en çalkantılı dönemdir, Türkiye’ye Avrupa’dan ve Avrupa dışından pek çok kitlesel sığınma hareketi olmuştur.
Bu kitlesel sığınmalar Türkiye’yi mültecilikle ilgili yasal bir düzenleme yapmaya zorlamıştır. Bu kitlesel sığınmalardan ilki 1988 yılında gerçekleşmiştir. Irak devletiyle Kürt yerel birlikleri arasında önemli çatışmaların yaşandığı 1988 yılında peşmergeler Halepçe’deki Irak askeri karargahını ele geçirmişlerdir. Bunun üzerine Irak, Halepçe’ye kimyasal silahlarla müdahale etmiştir. Bu saldırıyla çoğu kadın ve çocuk beş binden fazla masum insan öldürülmüştür. Irak’ın Kürtler üzerinde baskısını artırması üzerine 1988 yılında binlerce kişi Türkiye’ye sığındı. Türkiye sınırlarına dayanan bu sığınmacıları ilk başta kabul etmeyip daha sonra Mardin, Diyarbakır ve Muş’taki 3 geçici barınma merkezine yerleştirmiştir. Bulgaristan ise 1984 yılından itibaren Türklere ve diğer etnik kimliklere karşı asimilasyon politikaları ve baskılar uygulamıştır. 1989 yılında Bulgaristan Devlet Başkanı Jivkov, Türkiye’den sınırlarını açmasını ve Türklerin Bulgaristan’ı terk etmesini istemiştir. Bunun üzerine 312.000 kişi Türkiye’ye sığınmıştır. Türkiye, sığınanların sayısının artacağından endişe ederek vize uygulaması başlatmıştır. Ancak Türkiye’deki sığınmacıların durumunun kötüye gitmesi ve Bulgaristan’ın Türklere yönelik tutumunu iyileştirmesi üzerine 100.000 sığınmacı 1990 başlarında Bulgaristan’a geri dönmüştür. Diğer yandan; Yugoslavya’daki istikrarsızlık ve etnik çatışmalar nedeniyle 1990’ların başında 20-25 bin civarında Bosna Hersekli sığınmacı Türkiye’ye gelmiştir. Tüm bunlara ek olarak 1991 yılında Körfez Savaşı nedeniyle Irak’tan kaçmak zorunda kalan Kürt sığınmacılardan yaklaşık 450 bini Türkiye’ye 1.3 milyonu da İran’a kaçmıştır. Türkiye sınırlarına gelen sığınmacıların sınırı geçmesine “ulusal güvenlik” sebebiyle izin vermemiştir. Bu tutum uzun yıllar eleştirilmiştir çünkü Cenevre Sözleşmesi gereği savaştan kaçan ve güvenliği olmayan kişilere ülkeleri sınırlarını açması gerekmektedir. Ancak Türkiye bunu yapmamıştır. Bu nedenle sığınmacılar sınırda yerel halkın desteğiyle zor koşullarda yaşamak zorunda kalmışlardır. İran ise sınırlarına gelen 1.3 milyon insana sınırlarını açmış ve BMMYK’dan yardım istemiştir. Görüldüğü gibi 3 yıllık bir zaman diliminde Türkiye’ye Irak’tan ve Avrupa’dan 2’şer büyük kitlesel sığınma hareketi olmuştur.
Uyum Süreci
Türkiye’de iltica konusundaki evrilmenin son dönemeci ise AB’ye uyum süreci çerçevesinde olmuştur. 1999 yılında Helsinki Zirvesinde Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne aday ülke olarak gösterilmesi ve Katılım Ortaklığı Belgelerinin açıklanmasıyla beraber Türkiye’nin iltica politikaları yeni bir seyir kazanmıştır. Türkiye, Avrupa Birliği adaylığı sürecinde iltica uygulamalarını gözden geçirip mevcut yasal düzenlemelerini ve politikalarını Katılım Ortaklığı Belgeleri doğrultusunda Avrupa Birliği politikalarına uyumlaştırma çabası içerisindedir. Türkiye’den beklenen vize rejimini AB’ninkine uyumlaştırması, sınır kontrollerini sağlaması, 1951 Sözleşmesine konan coğrafi çekincenin kaldırılması, mülteci kabul merkezlerinin ve sosyal destek mekanizmalarını kurmasıdır. Türkiye iltica politikalarını Avrupa Birliği Müktesebatıyla uyumlu hale getirmek amacıyla 2003 yılında Ulusal Programı, Aralık, 2004’te Ulusal Eylem Planını kabul etti. Avrupa Birliği Müktesebatına uyum çevresinde Türkiye, 22 Haziran 2006’de 57 sayılı genelgeyi kabul etmiştir. Bu genelgede sığınmacılara sağlanacak yardımlara (sağlık, sosyal, ekonomik), ve sığınmacılık başvurularıyla ilgili usul ve esaslara değinilmektedir.
İltica Kanunu ve Örgütler
Uyum süreci temel alınarak Türkiye’de ilk kez İltica Kanunu yazılmıştır. Ayrıca Yabancılar İltica ve Göç Birimi Kanunu da hazırlanan düzenlemeler arasında bulunmaktadır. Yapılan düzenlemelerle yasadışı göç ve ilticanın -hukuki ve insani düzeyde yapılmak şartıyla- önüne geçilmesi hedefleniyor. Ancak yine de şu andan söz edecek olduğumuzda, mevcut sorunlar geçerliliğini koruyor. Bu yüzden Türkiye’de faaliyet gösteren mültecilere yardım amaçlı bazı kuruluşlar vardır. Devlet yardımının eksik kaldığı veya mevzuat gereği ters düşen durumlarda devreye giren bu kuruluşların en etkin faaliyetleri gösterenleri Uluslararası Göç Örgütü ve Helsinki Yurttaşlar Derneği’dir. Bu organizasyonlar aylık bazı yayınlar yaparak dikkatleri bir noktaya çekmekte veya yıllık raporlar yayınlamakta ve ülkedeki gelişmeleri yakından takip etmektedir. Gerektiği takdirde mültecilerin haklarını savunmak adına Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne şikayette bulunmakla birlikte devletle ortak yürüttüğü projeler de söz konusudur. Helsinki Mülteci Destek Programı 1993 yılında kuruluyor. 1975 Helsinki’de imzalanan Helsinki Nihai Seneti’nden ismini alıyor. Bu örgüt, Türkiye üzerine yoğunlaşıyor çünkü Türkiye transit ülke konumunda. Bu kurumlar genelde demokratikleşme süreci üzerine çalışmalar yapmak için başlıyorlar. Proje bazlı çalışıyorlar. Fonlardan destek alınıyor. Çoğunlukla AB fonlarından destek alıyorlar. Uluslararası Göç Örgütü ise 1951 yılında Amerika’nın kurduğu bir örgüt. Amerika göçle yakından ilgili bir ülke olduğu için böyle hükümetler arası bir örgüt kuruluyor. Şu an bu örgüte üye olan devlet sayısı 127 olarak açıklanmıştır. Bu iki kuruluşun Türkiye hakkındaki raporları dikkatle takip edilmektedir. Raporlarında ise sorunları ve ilerlemeleri tek tek kaleme almaktadırlar. Örneğin; Türk hükümetinin tavrının genel olarak çok sert olduğunu araştırmalarında sık sık ortaya koyan Helsinki Yurttaşlar Derneği, bunun yabancı insanlar ve illegal gelenler söz konusu olduğu icin bu şekilde olduğu kanaatindedir. Onlara göre konu mülteci olunca tavırlar sertleşiyor. Hatta raporlarda bazen hükümet tarafından kara listeye alındıklarından dahi söz ettiklerine değinilmektedir.
Bu örgütler, kendi araştırmalarının yanı sıra, kendilerinden yardım istemek için gelen mülteciler sayesinde de çeşitli saptamalarda bulunmaktadırlar. Yasal süreçlerin işleyişi, kanuni düzenlemeler ve mevzuat gibi somut bulguların incelenmesinin yanı sıra, bunların gerçek hayatta mültecilerde ne gibi sonuçlar doğurduğunu da yakından analiz etme şansını bulmaktadırlar. Helsinki Yurttaşlar Derneği’nin raporlarında sunduğu üzere bilinen bazı yasal prosedürler vardır. Bunlar standart olarak her mülteci statüsündeki kişiye uygulanmaktadır. Bazı süreçler uluslararası normlara uyum gereği her ülkede aynıdır. Örneğin; bir mültecinin BMMYK’dan mevcut ülke için geçici sığınma hakkı talep etmesi durumunda o ülkede geçireceği süre 6 ay ile 3 yıl arasında değişmektedir. Türkiye bu konuda herhangi bir azaltma veya arttırma yapma hakkına sahip değildir. Ancak mültecilerin bu statüye erişmesi için yapması gereken bazı başvurular bulunmaktadır. Türkiye, daha önce imzaladığı sözleşmeler ışığında her yıl, dünya çapında 40’dan fazla ülkeden mülteciye sınırlarını açmıştır. Ancak Türkiye, 1951 Mülteci Sözleşmesi ve 1967 Protokolü kapsamında yalnızca Avrupa ülkelerinden gelen kişilere koruma sağlamaktadır. Sığınmacıların çok büyük bölümü Avrupa dışı ülkelerden geldiği için Türkiye’de mülteci statüsü alabilmeleri bu çerçevede mümkün değildir. Bunun yerine, bu kişilerin koruma ve “kalıcı çözüme yönelik” beklentileri, büyük ölçüde, mültecilerin korunmasından, desteklenmesinden ve ülkelerine geri dönüş süreçleri ile üçüncü ülkelere yerleştirilmelerinden sorumlu BM kuruluşu olan BMMYK’ya düşmektedir. Türkiye’deki sığınma sistemi birbirine “paralel” iki prosedürden oluşmaktadır. Bu süreçlerden ilki, hangi ülkeden olursa olsun tüm sığınmacılar için zorunlu olan ve Türkiye’de geçici sığınma statüsü alabilmek için yerel yetkililere yapılan başvurudur. ikincisi ise, üçüncü bir ülkeye yerleştirilmek isteyen tüm Avrupa dışından gelen sığınmacıların mülteci statüsü alabilmek için BMMYK’ya başvurduğu süreçtir. Avrupa dışından gelen tüm sığınmacılar bu “iki prosedüre” eş zamanlı olarak başvurmak zorundadır.
Dağıtma Politikası
“Geçici sığınma statüsü” alabilmek için sığınmacıların İçişleri Bakanlığı’na başvurmaları gerekir. Geçici sığınma statüsü, sığınmacılara BMMYK’da mültecilik başvuruları incelenirken Türkiye’de yasal olarak yaşama hakkı tanır. Türkiye’nin sığınmacı kabul sistemi “dağıtma” politikası üzerine düzenlenmiştir. Sığınmacılar, mültecilik başvuruları değerlendirilirken “uydu kent“ olarak tabir edilen, Türkiye’nin iç bölgelerindeki önceden belirlenmiş 30 civarında şehre yönlendirilmektedir. Sığınmacıların üçüncü bir ülkeye yerleştirilme ya da sınır dışı edilme sebebiyle Türkiye’den ayrılana dek bu şehirlerde ikamet etmeleri gerekmektedir. Bu şehirlerin dışına herhangi bir sebeple çıkabilmeleri polisin iznine tâbidir. Türkiye halen çoğunluğunu Irak, İran, Afganistan, Suriye ve Somali’den gelenlerin oluşturduğu pek çok sığınmacı ve mülteciye ev sahipliği yapmaktadır. Sığınma başvurusunda bulunanların bazıları işkence mağdurudur ve bu kişiler Türkiye’ye varmayı başarmış olsalar da, bu genellikle çok zahmetli yolculukların nihayetinde ve ellerinde ancak çok kısıtlı bir kaynakla gerçekleşebilmektedir. BMMYK ve İçişleri Bakanlığı’na kayıt olmalarının ardından, barınma ve sağlık hizmetleri de dahil olmak üzere en temel ihtiyaçların masraflarını sığınmacıların kendilerinin karşılaması beklenir. Tüm aile bireylerinin, her altı ayda bir yenilenmesi gereken “ikamet ücreti” ödemeleri gerekmektedir ki, söz konusu bu ücret birçok sığınmacı için oldukça yüksek bir meblağdır. Hem BMMYK hem Türkiye Cumhuriyeti sığınmacılara çok sınırlı mali destek sağlamakta ve sağlanan bu yardım yalnızca en zor durumda olanlara verilmektedir. Oldukça sınırlı iş olanaklarına mukabil neredeyse hiç sosyal destek de alamadıkları bu koşullarda, sığınmacıların ve mültecilerin büyük bir bölümü yoksulluk içerisinde yaşamaktadır. Büyük çoğunluğu, mültecilik başvurularına ilişkin olarak BMMYK’dan bir karar çıkmasını aylarca, hatta yıllarca, “üçüncü bir ülkeye yerleştirilmek” için de buna ek olarak bir yıl ve kimi zaman da daha uzun süreler beklemektedir. Tüm bu süreçteki güvenliksiz yaşam koşulları ve zor bulabildikleri işlerde emeklerinin sömürülmesi, bazılarını Avrupa’ya yasadışı yollardan girme uğruna hayatlarını tehlikeye atmaya zorlamaktadır.
Göç Sebepleri
Göç eden kişilerin neden göç ettiklerine dair yapılan araştırmalarda ortaya çıkan en belirgin sebep güvenlik ile ilgili sorunlar ve buna bağlı olarak aile ve çocuklarını koruma amacı olarak göze çarpıyor. Gönüllü göç durumu haricinde, kişileri göçe zorlayan sebepler bununla da bitmiyor. Cinsel tercihi, etnik kökeni, dili veya dini farklı olduğu için maruz kaldığı ayrımcılık sonrası göç etmek, vatanını değiştirmek zorunda kalanların sayısı da bir hayli fazla. Aralarında Türkiye’nin de bulunduğu ülkelere göç etmek zorunda kalan bu kişiler arasında çocuklar da oluyor ve uzun vadede en büyük sıkıntıyı onlar çekiyor çünkü göç ettikleri ülkede gerekli eğitimi çoğunlukla ya alamıyorlar ya da aldıkları eğitim yeterli olmuyor. Bunun sonucunda genç yaşta cahil kalan bu çocuklar ilerde sağlıksız birer birey olarak kalıyorlar. Teoride ülkelerin açması gereken eğitim programları var ancak bunlar hayata geçirilmiyor. Bunun nedeni maddi veya politik olabiliyor. Örneğin; AB, Türkiye’yi göç politikaları konusunda sık sık uyarıyor ve yeni düzenlemeler yapmasını istiyor. Kendi sınırlarında kaçak göçmen istemeyen AB, Türkiye’ye sınırlarını güçlendirmesi, ülke içinde göçmenlere daha iyi şartlar sağlanması ve onlarla ilgilenen kamu personelinin eğitilmesi gibi konularda tavsiyeler veriyor ancak Yani özetle, AB, Türkiye’yi bir sınır kalesi olarak kullanmak istiyor. Türkiye ise bunun karşılığında AB’den fon talep ediyor. Temelde bu durum, AB’nin çıkarı için kendi kaynaklarını kullanmak istemeyen Türkiye’nin politik tavrı gibi gözükse de, daha kendi ülkesine sığınmış kişilere iyi bir yaşam alanı sağlayamayan ve AB ile müzakere sürecinde olan bir ülkenin bu çerçevede insan haklarına ve insan hayatına ne derece önem verdiği sorgulanması gereken bir nokta olarak duruyor.
Başlıca Zorluklar
Çocukların yaşadığı sorunlar genellikle eğitim ve yetiştirilme ile sınırlı kalırken, göç eden diğer insanların göç ettikleri ülkede yaşadığı zorluklar ise pek çok çeşitli konuda kendini gösteriyor. İş bulma, bir evde yaşama, toplumun arasında kendine yer bulma gibi süreçlere dahil olduklarında karşılarına çıkan zorluklar bize gösteriyor ki; bir göçmen tüm bunlara rağmen kendi ülkesini terkediyorsa, o kişinin gerçekten ciddi güvenlik problemleri vardır. Gideceği asıl ülkeye geçiş için bekletildiği transit ülkede maruz kaldığı şartlara katlanıyor olmanın gerekçesi başka türlü açıklanamaz. Zorluklar genellikle hem toplumdan hem de polis veya jandarmanın tutumlarından kaynaklanıyor. Toplumun ve polislerin tutumları sığınmacının geldiği ülkeye, dinine, etnik kökenine, ten rengine ve cinsiyetine göre değişiklik gösterebiliyor. En büyük önyargılardan biri siyahlara gösteriliyor. Ayrıca Hristiyanlara yönelik önyargılar da bir hayli yüksek seviyede bulunuyor. Bu önyargılar her daim Anadolu’daki uydu kentlerde kendini gösteriyor. Bu önyargılar aslında her ülkede var ancak dozajı o ülkenin gelişmişlik ve eğitim seviyesine göre değişiyor. Toplumların önyargıları içinde bulundukları siyasi sisteme ve toplumsal yapıya göre değişiyor. Değerler bu noktada çok önemli. Söz konusu ülke Türkiye olarak düşünüldüğünde, sığınmacılar arasında en yüksek seviyede ayrımcılığa ve kötü muameleye maruz kalanlar cinsel tercihi farklı olan bireyler olarak karşımıza çıkıyor.
Bu sığınmacılar, genellikle ayrımcı davranış ve tavırlara maruz kalmannın yanında bir de sosyal hizmetlere ve eğitime ulaşma konularında engellerle karşılaşmaktadır. Kendi ülkelerindeki destek mekanizmalarından kopmuş olmaları nedeniyle çok azı düzenli bir maddi desteğe sahiptir. Uydu kentlerdeki yerel halk tarafından düzenli ve çoğu zaman şiddete varan tacizlere maruz kalmakta ve diğer sığınmacılar tarafından da dışlanmaktadırlar. Şikayet başvurularının dikkate alınmayacağını düşünen bu bireylerin ancak çok küçük bir bölümü polis korumasına başvurmaktadır. Sığınmacılar, söz konusu yasal bekleme süresi boyunca yerel halkın şiddetine hedef olmamak için çoğunlukla evlerinden dışarı çıkmaya dahi korkmakta ve sosyal destek, iş bulma ve sağlık hizmetleri gibi olanaklara oldukça sınırlı bir şekilde erişebilmektedirler.
Göçmenlere Yönelik Şiddet ve Taciz
Bunun yanı sıra maruz kaldıkları şiddet ve taciz olayları nedeniyle yaptıkları şikayetlerin yerel polis tarafından takibinde de göze çarpan eksiklikler bulunmaktadır. Dahası, mültecilik başvurularının degerlendirilmesinden ve karara bağlanmasından sorumlu olan BMMYK ve T.C. İçişleri Bakanlığı çalışanları, bu değerlendirme süreci esnasında kimi zaman göstermekle yükümlü oldukları özeni gösterememekte ve hatta zarar verici bir biçimde davranabilmektedir Bunlara ek olarak, bu cinsel tercihi farklı sığınmacıların birçoğu yerel halk tarafından sürekli, çoğu zaman şiddete varan tacizlere maruz kaldıklarını belirtmiş ve görüşülen kişiler, ayrıca, maruz kaldıkları şiddet ile ilgili polise şikayette bulunsalar dahi polisin gerekli korumayı sağlamadığını, hatta şiddete hedef olmamaları için evlerinden çıkmamaları ya da “erkek gibi” giyinmeleri yönünde ikazda bulunduğunu ifade etmiştir.
Aşağıda tüm bu anlatılan zorluklara dair kişilerin anlattıklarından kesitler yer almaktadır :
“Diger mültecilerle çocukları bizimle alay ediyordu. Yanımda partnerim vardı ve gerçekten tecrit edilmiş ve yalnız hissettik. Çocuklarına bize gülmemeleri gerektiğini söylemek yerine, anneleri de onlarla birlikte gülüyordu.”
“Gündüz saatleriydi ve iki adam bizi internet kafeye kadar takip etti. Orada istenmediğimizi ve kafeye bir daha gelecek olursak, bizi öldürene kadar döveceklerini söyledi. Telefonumu çıkardım ve polisi arıyormuş gibi yaptım, bu sayede gittiler. Bizi takip edip nerede oturduğumuzu ögrenmemeleri için yol boyunca saklanıp durduk.”
“Ben bir kadınım ama saçımı erkek gibi kestirdim. İstedigim gibi giyinemiyorum ve giymek zorunda kaldığım giysilerin içinde rahat değilim. Başlarda ne istersem [kadın kıyafetleri] onu giyiyordum ama başıma gelen şiddet olayından sonra pantolon giymeye ve saçlarımı kesmeye başladım. Bir erkek gibi giyinmeme rağmen hala yerli halkla benzer sorunlar yasıyorum.”
“Diğer İranlılar benim daha önceleri erkek olduğumu anlayınca benimle konuşmak istemiyor ve dışlıyorlar. Örnegin, buraya geldiğimde bana çok iyi davranan ve iş bulmama yardım eden İranlı bir kadın vardı. Transseksüel olduğumu anlayınca benimle konuşmayı kesti.”
“Polis bize eğer bir daha saldırıya uğrarsak kendimizi müdafaa etmememizi ve karşılık vermememizi söyledi. Eğer karşılık verirsek sınır dışı edilebileceğimizi söylediler. Memur, bize şehirde yalnız dolaşan kadınların bile tehlikede olduğunu ve daha az dışarıya çıkmamız gerektigini söyledi.”
“Isparta’ya ilk geldiğimde bir lokantada dört ay kadar çalıştım. Patronum eşcinsel olduğumu anladığında beni kovdu. Şimdi Eğirdir ve Isparta’da seks işçisi olarak çalışıyorum. Seks işçiligi yapmaya mecburum çünkü hiç param yok ve bir şekilde hayatımı idame ettirmek zorundayım.”
“Migren ve kalp şikâyetlerime ek olarak ruh sağlığımla ilgili sorunlarım var. Burada kimsem yok. Yalnızım. Bu kent çok muhafazakâr bir şehir. Yerel halktan benimle arkadaşlık eden kimseler yok. Diğer mülteciler bile beni gördüklerinde yollarını değistiriyor ve benimle konuşmuyorlar. İntihar etmeyi düşündüm ama yapamadım. Ruhsal olarak kendimi dengeli hissetmiyorum ve sürekli endişeliyim. Bunları konuşabileceğim kimse de yok.”
“Yerel bir hayır kurumunun aş evine yönlendirilmiştik. Eşcinsel olduğumuzu öğrendiklerinde bize yemek vermediler. Makyaj yaptığımız ve saçımız uzun olduğu için yerel halktan yemek almaya gelenler bize sürekli gülüyordu. Saçlarımı kesip aynı hayır kurumuna tekrar gittim ama yine vermediler. Temiz olmadığımız için ve bize dokunamayacaklarından ötürü yemek veremeyeceklerini söylediler. Sadece hakkımızı talep ediyoruz, daha fazlasını değil. Yalnızca insan gibi muamele görmek istiyoruz, hayvan gibi değil.”
***
Bütün bu araştırmalar ve anlatılanlar ışığında gördüğümüz üzere, cinsel tercihi sebebiyle ayrımcılığın en katı halini yaşayan mülteciler, hayatlarını sürdürmekte dahi güçlüklerle karşılaşıyorlar. Öte yandan, cinsel tercihi farklı olmasa dahi zaten bir göçmenin ülkesinden kalkıp başka bir ülkede başka bir toplumla başka bir hayatı yaşamasının zorluğuna şahit olmak için aslında sadece bu uydu kentlerde onların yerleştirildikleri bölgelerde olanları araştırmaya da gerek yok. Günlük hayatımızda karşılaştığımız örnekler ve bizim algılarımız çerçevesinde verdiğimiz tepkiler de toplumda hakim olan kafa yapısına dair bize fikir vermeye yetebiliyor.
Alejandro Portes ve Asimilasyon
İstiklal Caddesi’nde bir siyah görünce herkesin kafasını çevirip uzun uzun enteresan gözlerle bakması veya sadece boynunda bir haç kolyesi taşıyor diye düşmanca ona çevrilen gözlerden okunan nefret de kimi zaman çok net birer örnek olabiliyor. Bu noktada düşünülmesi gereken, bu ayrımcı bilince neyin yol açtığıdır. Bir toplumdaki tepkiler o ülke devletinin politikalarıyla birlikte şekillenmeye başlayabilir ve topluma yüklenen bilinç bu ölçüde gelişebilir. Şöyle ki; Alejandro Portes’in araştırmalarına bakarak asimilasyonun her zaman mümkün olmadığını, göçmenlere karşı olan tavrı belirleyen farklı değişkenlerin olduğunu rahatlıkla görebiliyoruz. Buna göre öncelikle devletin tutumu önemlidir ve sergileyeceği üç tür farklı tutum vardır. Bunlar; devletin göçmenlere karşı açık davranması ve kabul etmesi (Amerika’nın göç politikası buna örnek gösterilebilir), devletin tarafsız davranması ve herhangi net bir politik tavrı olmaması (Türkiye’nin Almanlara karşı olan tutumu buna örnek gösterilebilir) ve son olarak da devletin politikalarıyla yabancılara karşı sert bir duruş sergilemesi (Türkiye’nin doğudan gelen göçmenlere ve özellikle Kürtlere olan politikası buna örnek gösterilebilir). Son tutumu daha net örneklendirmek gerekirse, politik olarak doğudan mülteci ve göçmen istemeyen bir ülke vatandaşının, yaşadığı şehirde doğuya ait farklı bir dille konuşan birini gördüğünde ona şüpheci gözle bakmasına şaşırmamak gerekir. İşin toplumsal boyutuna geçtiğimizde ise Portes’in iki tane değişken sunduğunu görüyoruz. İlkinde toplumun ön yargılı tavrından söz etmektedir. Örneğin; Türkiye’de Kürtlere ve Müslüman olmayan kesime yapılan ayrımcılıklar bu önyargılardan ileri gelmektedir. Aynı şekilde tüm Rus kadınlarının fahişe olarak gösterilmesi de yine benzer önyargılı bilinçten ileri gelmektedir. İkinci durumda ise herhangi bir önyargı olmaksızın gelen yabancı grubun kabullenilmesinden söz ediyor. Bu noktaya kadar ev sahibi ülke ve onun toplumundan söz eden Portes, asimilasyonun gerçekleşmesi için son olarak göçmen grubun kendi aralarındaki bağlardan söz ediyor. Buna göre; bir göçmen grubun kendi arasındaki bağları ne kadar güçlüyse, kendi aralarında kurdukları ağlar ne kadar sık ve kuvvetliyse, göç ettiği ülkeye uyum sağlaması o kadar zor oluyor. Tam tersi durumda ise grubun göç edilen ülkeye adaptasyon ve asimilasyon süreci hızlanıyor.
Toplumun bir yabancı grubu kabullenme ve grubun asimilasyon sürecini üç ana başlık altında toplayan Portes, durumun özetini bu üç değişkenin hangi şekillerde olması gerektiğine bakarak yapıyor. Bu çerçevede incelediğimizde, bir devlet politikalarıyla yabancı grubu kabul ediyor, o ülkenin toplumu da önyargılı davranmıyor ve son olarak gelen yabancı grup güçlü bağlara sahip bir grup olamıyorsa, başarılı bir asimilasyon süreci gerçeklemiş oluyor ve toplumsal düzen bundan en az derecede zarar görüyor. Tam dersi durumda ise, yani devlet politikalarıyla yabancılara kucak açmıyor, toplum da buna bağlı olarak önyargılı tavrını sergiliyor ve gelen yabancı grup bu ayrımcı tutuma tepki olarak kendi arasında daha sıkı örgütleniyorsa, o grubun asimile olması düşünülemez. Bu çıkarımlardan yola çıkarak Türkiye’de Kürtlerle olan sorunların temeline dair fikir edinmek hiç de zor olmasa gerek.
Vatandaşlık Tanımı
Ülkelerin yukarda bahsi geçen tutumları şekillendirmesinde hiç şüphesiz kendi tanımladıkları vatandaşlık da büyük rol oynamaktadır. Ulus devlet sistemine hizmet eden ortaklık ve aynılık üzerine oturtulmuş bir vatandaşlık tanımlaması, devletlerin kendi vatandaşları olmayan kişiler karşı da tavrında belirleyici rol üstlenmektedir. Küreselleşmenin getirdiği kavramlardan bir tanesi de dünya vatandaşlığıdır. Bir ülkenin vatandaşı olmak, küresel dünyada son derece kısıtlayıcı bir faktör olarak görülmeye başlanmıştır. Kişilerin sahip oldukları hakları sadece vatandaşı olduğu ülkede kullanabilmesi, başka ülkelere gittiğinde ayrımcılığa uğraması son zamanlarda oldukça eleştirilmeye başlanmıştır. Artık ulus ötesi bir vatandaşlık ve buna bağlı olarak dünyanın her yerinde sahip olunabilecek küresel insan hakları sıkça gündeme getirilmeye başlanmıştır. Bu haklar sivil, kültürel, siyasi ve sosyal haklar olarak dile getirilmektedir. Örneğin, bir Türk vatandaşının göç ettiği ülkede belirli bir süreden sonra o ülkenin de vatandaşı olabilmesi, siyasi sistemine dahil olabilmesi ve eğitim ve sağlık gibi sosyal haklardan yararlanabilmesi, bu yeni küresel anlayışa göre zaten olması gereken bir durumdur. Ülkelerin vatandaşlık tanımlamaları tarihsel süreçlere bağlı olarak gelişiyor ve her ülkeninki farklılık gösteriyor. Bunun sonucu olarak da günümüze gelindiğinde, ülkelerin yabancı bir grubu kendi vatandaşlığına almaları kendi içsel siyasi ve kültürel dinamitleriyle doğru orantılı biçimde gelişiyor. Amerika’yı ele aldığımızda, bu ülkenin göçle büyüyen ve gönüllü olarak göçmen kabul edip onlara tam vatandaşlık hakkı veren bir ülke olduğunu görebiliriz. Diğer yandan Türkiye’ye baktığımızda ise, kuruluş aşamasında ulus devlet inşaası ise kurgulanmış olan vatandaşlık esası çerçevesinde sadece Müslüman olan ve Türk Kültürü’ne sahip olan bireylerin vatandaş olarak kabul edildiğini rahatlıkla görebiliyoruz. Bu gibi durumlar günümüze de yansıyınca, değişen uluslararası normlar ve sosyo-kültürel şartlar sebebiyle ülkelerin bu yeni küreselleşme akımına ayak uydurmada zorluklar yaşadığına şahit oluyoruz.
Vatandaşlık kavramını ülkelerin kendi içlerinde ortaklık ve aynılık yaratan bir birleştirici olarak kullanması, ülke dışından gelip de bu vatandaşlığı talep edenlere yönelik bir ayrımcılığa dönüştürebiliyor. Küresel bir vatandaşlıktan söz etmediğimiz sürece, bu farklılıklar ile yaşamanın ne kadar mümkün olduğu hep soru işareti olarak kalacaktır. Devletin kendi politikasını değiştirmesi, toplumunun da bir anda o politikaya uyacağı anlamına gelemez. Uzun bir tarihsel sürece dayalı değerlerin değişmesi kuşkusuz zaman alacaktır. Burda bahsedilen şey bir bilinç değişimidir. Ülke toplumunun farklılıklara toleranslı, kabul edici ve hoşgörülü tutumu sergileyebilmesi ancak çok uzun bir yatırımın sonucu olarak karşımıza çıkabilir. Eğitim politikaları ve medyanın itici gücü bu süreçte önemli rol oynayabilir. Yine bu yolda farklılıklardan bir ortaklık yaratma düşüncesi, günümüzde ulus devletlerde hakim okan vatandaşlığı aynılaştırma değil de, farklılıkları birleştirme üzerine gelişebilir. Türkiye’yi bu bağlamda ele aldığımızda, önünde yürümesi gereken çok uzun bir yol olan ülke olarak konumlandırmak yanlış olmaz. Nitekim insan hakları ve demokrasi başlıkları altında kaydetmesi gereken çok ilerleme varken ve daha kendi vatandaşlarının bile bazı haklarına tam olarak kavuşmadığını düşünürsek, dışarıdan gelen yabancı bir gruba ne denli saygı ve açık görüşlülük gösterebileceği şüphelidir. Gerek devlet politikası gerek toplum bilinci olarak AB’ye uyum süreci bahanesiyle yapılan reformlardan medet uman ülke yönetiminin unuttuğu birşey var ki o da ülkenin geçirdiği tarihsel süreçtir. Türkiye Cumhuriyeti kurulduğundan bu yana gerek azınlık hakları gerek yabancı hakları konusunda ilerleme kaydedemeyen ve yasal düzenlemelerde yetersiz kalan farklı hükümetler, şu an toplumda yaşanan zıtlaşmanın baş mimarları olarak gösterilebilirler. O günlerin şartlarına yönelik kurulmuş bir cumhuriyet ve tanımlanmış vatandaşlık anlayışının yıl 2020 olmuşken hala ayakta tutulmaya çalışılması hayalcilikten öteye gidemeyecek bir tutumdur. Bu konuda İspanya örneği en net örnek olarak karşımızda durmaktadır. Sürekli olarak yapılan müzakereler sayesinde azınlıklara ve kendilerini İspanya’dan bağımsız gören gruplara dönem dönem verilen haklar, ülkedeki tansiyonun Türkiye’deki kadar yüksek olmamasını sağlamıştır.
Son Sözler
Osmanlı İmparatorluğu’nun çökmesine sebep olan Fransız Devrimi’nin yankıları nasıl egemen olan köklü bir anlayışı sona erdirmiş ise, küreselleşme akımının sunduğu yeni fikirler de aynı şekilde ulus devlet anlayışına bağlı sıkı vatandaşlık kurgusuna tehdit olmaya başlamıştır. Zaman geçtikçe bu konunun önünde durulamaz hale gelinir ve ülkeler teker teker vatandaşlık anlayışlarında esneklik ve genişlemeye giderlerse, işte o zaman Türkiye ve onun gibi ülkeler için tehlike çanları çalmaya başlayacaktır.
Dış politikada söz sahibi olmak isteyen bir ülkenin yegane yapması gereken şey, mevcut sisteme ayak uydurabilmektir. Bu sistemin değişkenlerinden biri küreselleşme anlayışı ve onun değiştirdiği haklarla donatılmış bir vatandaşlık anlayışı ise, buna en verimli biçimde adapte olmak gerekmektedir. Aksi takdirde korkulan bölünme, parçalanma ve iç savaş gibi senaryolar gerçekleşme evresine doğru yol almaya başlayacaktır. Bundan sakınmanın yolu yabancı grupları yok saymak değil, onlarla birlikte yaşamaya alışmaktır. Onları da kendi toplumunun birer üyesi görmektir. Siyasi veya toplumsal yapılan her ayrımcılık, gerek mevcut halkta gerekse yabancı grupta öfke birikimine yol açabilir. Bugüne kadar da olan şey tamamiyle budur. Kısa vadede hak ve özgürlük vermekten korkmak, uzun vadede hepimiz adına korktuğumuz şeylerin başımıza gelmesi demektir. Bunun önüne geçebilmek için atılması gereken adımlar uluslararası normlar ışığında yapıldığı sürece, öfke patlamasına karşın o birikimin -deyim yerindeyse- gazı alındığı sürece, gelecek kuşaklara daha barışçıl bir ülke ve huzuru yüksek seviyede bir toplum bırakılacağı şüphesizdir. Hakları tanımak, kendi topraklarında yaşayan bireyleri –yabancı veya yerli- özgürleştirmek, Türkiye’ye karşı sempatinin artmasına da neden olacaktır.
Türkiye’yi çağdaş yüzüyle tanıtmaya çalışmak istiyorsak, buna başlamak için en doğru konu vatandaşlık konusudur. Evrensel bir dünya vatandaşlığını kabul eden ülkenin, dünyanın dört bir yanından takdir toplaması, kendini geliştirdiğinin göstergesi olacaktır. Bu tip köklü değişiklikler sayesinde gerek AB’ye giriş süreci gerekse dış politikada söz geçirme gibi konularda ister istemez hızlanmalar olacaktır. En basit deyimiyle, kendi halkınızdan başladığınız değişim hareketi size uluslararası alanda pozitif değerler katacaktır.